“Celia Hanım hepsinden de kibirliydi,” diye fısıldadı yaşlı adam. “En kibirlisi ve zalimi. Zenciler ondan nefret ederdi, en çok da Joan nefret ederdi. Joan’ın aile bağlarında beyaz kanı da vardı dolayısıyla o da kibirliydi. Celia Hanım onu köle gibi kırbaçlardı.”
Buckner, “Blassenville Malikanesinin sırrı ne?” diye ısrar etti.
Yaşlı adamın gözleri karardı, gözleri mehtaplı kuyular kadar karanlıktı.
“Efendim ne sırrı? Hiç bir şey anlamıyorum.”
“Evet, anlıyorsun. O eski ev yıllarca bütün esrarıyla orada dikildi. Bu gizemin anahtarı sende.”
Yaşlı adam güveci karıştırdı. Aklı başında gibi duruyordu.
“Hayat yaşlı bir zenci herif için bile güzeldir, efendim.”
“Bana söylersen birinin seni öldüreceğini mi ima ediyorsun?”
Fakat yaşlı adam tekrar gevelemeye başladı, gözleri buğuluydu.
“Birisi değil. Bir insan değil. Bataklıkların uğursuz tanrıları. Sırrım dokunulmazdır, Yüce İblis tarafından korunuyor, tüm tanrılardan daha üstündür. Soğuk dudaklarıyla öpmesi için küçük bir kardeş yollardı bana, kafasında beyaz hilal olan küçük bir kardeş. Beni zuvambilerin yaratıcısı yaptığında ruhumu Yüce İblis’e sattım-“
Buckner kaskatı oldu.
“Bu kelimeyi daha önce duymuştum,” dedi usulca, “çocukken, ölmekte olan bir zencinin dudaklarından çıkmıştı. Ne anlama geliyor?”
Korku yaşlı Jacob’un gözlerini doldurdu.
“Ne dedim ben? Hayır- hayır! Hiçbir şey söylemedim.”
“Zuvambi”, diye tekrarladı Buckner.
“Zuvambi,” yaşlı adam da aynı şekilde tekrarladı, gözleri ifadesizdi. “Bir zamanlar kadın olan bir zuvambi, Köle Sahilinde iyi bilinirler. Haiti’nin tepelerinde geceleri fısıldayan davullar onları anlatır. Zuvambi yaratıcıları Damballah halkının şerefidir. Beyazlara bundan bahsetmenin sonu ölümdür, Yılan Tanrı’nın yasak sırlarından biridir bu.”
Buckner yavaşça “Zuvambilerden bahsediyorsun,” dedi.
“Bundan bahsetmemeliyim,” diye homurdandı yaşlı adam ve Griswell adamın sesli düşündüğünü fark etti, konuştuğunu fark edemeyecek kadar bunamıştı. “Hiç bir beyaz, büyünün Kara Töreninde dans ettiğimi, bir zamanlar zombilerin ve zuvambilerin yaratıcısı olduğumu bilmemeli. Yüce Yılan çenesi düşük olanları ölümle cezalandırır.”
“Zuvambiler kadın mıdır?” diye sordu Buckner.
“Kadındı,” diye mırıldandı zenci. “Zuvambi yarattığımı biliyordu, kulübeme geldi ve öğütülmüş yılan kemikleriyle vampir yarasa kanından ve gece kuşunun kanatlarındaki çiyden ve diğer adı konulmamış elementlerden korkunç bir karışım yapmamı istedi. Kara törende dans etti zuvambi olmaya hazırdı, karışım gerekliydi sadece, diğeri ise güzeldi onu reddedemedim.”
“Kim?” diye gergin bir şekilde sordu Buckner, ama ihtiyar adamın başı göğsüne gömüldü ve tek kelime dahi etmedi. Otururken kendinden geçmiş gibi görünüyordu. Buckner onu salladı. “Kadını zuvambi yapmak için bir karışım vermiştin, zuvambi ne demek oluyor?”
İhtiyar kızgın bir şekilde güveci karıştırdı ve uykulu vaziyette mırıldandı.
“Bir zuvambi artık insan değildir. Ne akrabalarını ne de arkadaşlarını tanır. Kara Alemin bir parçasıdır artık. İblisleri, baykuşları, yarasaları, yılanları ve kurtadamları kontrol eder, küçük bir ışığı yok etmek için karanlığı getirebilir. Kurşun veya çelikle yok edilebilir, eğer bu şekilde öldürülemezse sonsuza kadar yaşar ve insanların yediği hiç bir şeyi yemez. Bir mağarada ya da eski bir evde yarasa gibi yaşar. Zaman bir zuvambi için pek bir şey ifade etmez; bir saat, bir gün, bir yıl, hepsi aynı şey. Ne insan gibi konuşur ne de insan gibi düşünür fakat yaşayanları sesiyle hipnotize edebilir ve birini öldürdüğünde cesedi soğuyana kadar cansız bedenini kullanabilir. Kan aktığı sürece ceset onun kölesidir. İnsanları öldürmenin hazzıyla tatmin olur.”
“Neden bir insan zuvambi olmak ister ki?” diye sordu Buckner usulca.
“Kin”, diye fısıldadı ihtiyar adam. “Nefret! İntikam!”
“Adı Joan mıydı?” diye mırıldadı Buckner.
Sanki bu isim büyücü adamın buğulu ihtiyar zihnini delip geçmiş gibiydi. Silkelendi ve ışık gözlerinde soldu, solarken de yerine ıslak simsiyah mermer gibi bir ışıltı bıraktı.
“Joan?” dedi yavaşça. “Bu isim bir kuşak boyunca anılmamıştı. Sanırım uyuya kalmışım beyefendiler, hatırlayamıyorum, bağışlayın lütfen. İhtiyarlar, yaşlı köpekler gibi ateşin önünde uyuya kalırlar işte. Blassenville Malikanesini mi sormuştunuz? Efendim, size neden cevap veremeyeceğimi açıklayacak olsaydım, bunu önemsiz bir hurafe olarak görürdünüz. Lakin İsa şahidim olsun-“
Konuşurken ocağın karşısında ki odunlara uzanıyordu, oradan odun yığınlarının arasından yakacak odun topluyordu. Aniden bağırarak kolunu geri çekti. Ve onunla birlikte dehşet saçan, korkunç bir şey de beraberinde geldi. Büyücü ihtiyarın koluna ebruli şekilli bir şey sarılıydı, kama şekilli şeytani bir baş suskun hiddetiyle tekrar saldırdı. Yaşlı adam çığlıklar, ağlamalar eşliğinde kaynayan tencereye doğru ocağın üzerine düştü, bütün közler dağıldı, Buckner yanan kütüklerden biri kapıp o yassı başı ezdi. Küfrederek düğümlenen, büklüm büklüm olmuş gövdeyi bir kenara attı, parçalanmış kafaya bir süre sertçe baktı. İhtiyar Jackob çığlık atmayı ve kıvranmayı bırakmıştı, cam gibi gözleriyle tavana bakarken yerde öylece yatıyordu.
“Öldü mü?” diye fısıldadı Griswell.
“Kör müsün, ölmüş”, diye tersledi Buckner, ölmekte olan sürüngene doğru kaşlarını çattı. “Bu lanet yılan damarlarına onun gibi düzinelerce yaşlı herifi öldürebilecek kadar zehir bastı. Ama bence onu öldüren şey şok ve korkuydu.”
“Ne yapacağız?” diye sordu Griswell titreyerek.
“Cesedi ranzada bırakacağız. Eğer kapıyı güçlendirirsek hiç bir yabani domuz ya da kedi zarar veremez. Yarın da şehre taşırız. Bu gece yapmamız gereken şeyler var. Hadi gidelim.”
Griswell cesede dokunurken içine kaçtı ama Buckner’a ranzaya taşımasında yardım etti ve tökezleye tökezleye kulübeden dışarı çıktı. Güneş, parlak kırmızı aleviyle ağaçların siyah gövdeleri boyunca görülürken ufkun üzerinde geziniyordu. Sessizce arabaya bindiler ve engebeli arazide geri döndüler.
Griswell, “Yüce Yılanın kardeşlerinden birini göndereceğini söylemişti,” diye mırıldandı.
“Saçmalık!” diye çıkıştı Buckner. “Yılanlar sıcağı sever, o bataklık da yılanlarla dolu. İçeri süzülüp odunların arasında sıvışmıştır. İhtiyar Jacob da onu rahatsız edince ısırdı. Doğaüstü bir şey yok bunda.” Kısa bir sessizlikten sonra da farklı bir ses tonuyla şunları dedi. “Hayatımda ilk kez çınlamadan saldıran bir çıngıraklı gördüm, ve yine ilk defa kafasında beyaz bir hilal olan yılan gördüm.”
İkisi de tekrar konuşmadan önce ana yola doğru dönüyorlardı.
“Sence Joan bunca yıldır o evde mi dolaşıyor?” diye sordu Griswell.
Buckner bütün kasvetiyle “İhtiyar Jacob’un dediklerini duydun,” diye cevapladı. “Bir zuvambi için zamanın bir önemi yok.”
Son virajı alırlarken, Griswell kırmızı gün batımına karşı heybetli Blassenville Malikanesinin görüntüsüne kendini hazırladı. Görüşüne girdiğinde haykırmamak için dudaklarını ısırdı. Bu esrarlı korkunun izleri tüm gücüyle geri dönmüştü. Yolun yanındaki bekleme noktasına geldiklerinde kurumuş dudakları “Bak!” diye fısıldadı. Buckner homurdandı. Geçidin korkuluklarından hızla gün batımına doğru kırmızı parıltıya karşı simsiyah uçan bir güvercin bulutu kalktı.
“Miss Celia was the proudest of them all,” the old man muttered. “The proudest and the cruelest. The black people hated her; Joan most of all. Joan had white blood in her, and she was proud, too. Miss Celia whipped her like a slave.”
“What is the secret of Blassenville Manor?” persisted Buckner.
The film faded from the old man’s eyes; they were dark as moonlit wells.
“What secret, sir? I do not understand.”
“Yes, you do. For years that old house has stood there with its mystery. You know the key to its riddle.”
The old man stirred the stew. He seemed perfectly rational now.
“Sir, life is sweet, even to an old black man.”
“You mean somebody would kill you if you told me?”
But the old man was mumbling again, his eyes clouded.
“Not somebody. No human. No human being. The black gods of the swamps. My secret is inviolate, guarded by the Big Serpent, the god above all gods. He would send a little brother to kiss me with his cold lips-a little brother with a white crescent moon on his head. I sold my soul to the Big Serpent when he made me maker of zuvembies-“
Buckner stiffened.
“I heard that word once before,” he said softly, “from the lips of a dying black man, when I was a child. What does it mean?”
Fear filled the eyes of old Jacob.
“What have I said? No-no! I said nothing.”
“Zuvembies,” prompted Buckner.
“Zuvembies,” mechanically repeated the old man, his eyes vacant. “A zuvembie was once a woman-on the Slave Coast they know of them. The drums that whisper by night in the hills of Haiti tell of them. The makers of zuvembies are honored of the people of Damballah. It is death to speak of it to a white man-it is one of the Snake God’s forbidden secrets.”
“You speak of the zuvembies,” said Buckner softly.
“I must not speak of it,” mumbled the old man, and Griswell realized that he was thinking aloud, too far gone in his dotage to be aware that he was speaking at all. “No white man must know that I danced in the Black Ceremony of the voodoo, and was made a maker of zombies and zuvembies. The Big Snake punishes loose tongues with death.”
“A zuvembie is a woman?” prompted Buckner.
“Was a woman,” the old Negro muttered. “She knew I was a maker of zuvembies-she came and stood in my hut and asked for the awful brew-the brew of ground snake-bones, and the blood of vampire bats, and the dew from a nighthawk’s wings, and other elements unnamable. She had danced in the Black Ceremony-she was ripe to become a zuvembie-the Black Brew was all that was needed-the other was beautiful-I could not refuse her.”
“Who?” demanded Buckner tensely, but the old man’s head was sunk on his withered breast, and he did not reply. He seemed to slumber as he sat. Buckner shook him. “You gave a brew to make a woman a zuvembie-what is a zuvembie?”
The old man stirred resentfully and muttered drowsily.
“A zuvembie is no longer human. It knows neither relatives nor friends. It is one with the people of the Black World. It commands the natural demons-owls, bats, snakes and werewolves, and can fetch darkness to blot out a little light. It can be slain by lead or steel, but unless it is slain thus, it lives for ever, and it eats no such food as humans eat. It dwells like a bat in a cave or an old house. Time means naught to the zuvembie; an hour, a day, a year, all is one. It cannot speak human words, nor think as a human thinks, but it can hypnotize the living by the sound of its voice, and when it slays a man, it can command his lifeless body until the flesh is cold. As long as the blood flows, the corpse is its slave. Its pleasure lies in the slaughter of human beings.”
“And why should one become a zuvembie?” asked Buckner softly.
“Hate,” whispered the old man. “Hate! Revenge!”
“Was her name Joan?” murmured Buckner.
It was as if the name penetrated the fogs of senility that clouded the voodoo-man’s mind. He shook himself and the film faded from his eyes, leaving them hard and gleaming as wet black marble.
“Joan?” he said slowly. “I have not heard that name for the span of a generation. I seem to have been sleeping, gentlemen; I do not remember-I ask your pardon. Old men fall asleep before the fire, like old dogs. You asked me of Blassenville Manor? Sir, if I were to tell you why I cannot answer you, you would deem it mere superstition. Yet the white man’s God be my witness-“
As he spoke he was reaching across the hearth for a piece of firewood, groping among the heaps of sticks there. And his voice broke in a scream, as he jerked back his arm convulsively. And a horrible, thrashing, trailing thing came with it. Around the voodoo-man’s arm a mottled length of that shape was wrapped, and a wicked wedge-shaped head struck again in silent fury.
The old man fell on the hearth, screaming, upsetting the simmering pot and scattering the embers, and then Buckner caught up a billet of firewood and crushed that flat head. Cursing, he kicked aside the knotting, twisting trunk, glaring briefly at the mangled head. Old Jacob had ceased screaming and writhing; he lay still, staring glassily upward.
“Dead?” whispered Griswell.
“Dead as Judas Iscariot,” snapped Buckner, frowning at the twitching reptile. “That infernal snake crammed enough poison into his veins to kill a dozen men his age. But I think it was the shock and fright that killed him.”
“What shall we do?” asked Griswell, shivering.
“Leave the body on that bunk. Nothin’ can hurt it, if we bolt the door so the wild hogs can’t get in, or any cat. We’ll carry it into town tomorrow. We’ve got work to do tonight. Let’s get goin’.”
Griswell shrank from touching the corpse, but he helped Buckner lift it on the rude bunk, and then stumbled hastily out of the hut. The sun was hovering above the horizon, visible in dazzling red flame through the black stems of the trees. They climbed into the car in silence, and went bumping back along the stumpy terrain.
“He said the Big Snake would send one of his brothers,” muttered Griswell.
“Nonsense!” snorted Buckner. “Snakes like warmth, and that swamp is full of them. It crawled in and coiled up among that firewood. Old Jacob disturbed it, and it bit him. Nothin’ supernatural about that.” After a short silence he said, in a different voice, “That was the first time I ever saw a rattler strike without singin’; and the first time I ever saw a snake with a white crescent moon on its head.”
They were turning in to the main road before either spoke again.
“You think that the mulatto Joan has skulked in the house all these years?” Griswell asked.
“You heard what old Jacob said,” answered Buckner grimly. “Time means nothin’ to a zuvembie.”
As they made the last turn in the road, Griswell braced himself against the sight of Blassenville Manor looming black against the red sunset. When it came into view he bit his lip to keep from shrieking. The suggestion of cryptic horror came back in all its power.
“Look!” he whispered from dry lips as they came to a halt beside the road. Buckner grunted.
From the balustrades of the gallery rose a whirling cloud of pigeons that swept away into the sunset, black against the lurid glare.