Transylvania Tony Gatly tarafından çekilmiş bir keşif öyküsüdür, kaybettiğiniz şeyleri bir daha asla bulamayacağınız ama farklı şeylerle karşılaşacağınız bir öykü. Güzel müziklerin ve buram buram kültürün olduğu bir film, aşkını arayan Zingarina’nın hikâyesi, avcunda Fatıma’nın gözüyle dolaşan mistik ve deli bir kadın. Karnındaki melek dövmesi bir anda hayat bulacakmış da sırtından kanatları çıkacakmış gibi yaşıyor bu hayatı. Coşkusunu göstermekten çekinmeyen üzüldüğünde tabak çanak ne varsa indiren kendini ormana vuran bir kadın. Duyguları o kadar yoğun ve durdurulamaz ki acısını yok saymanız imkânsız sizi de o acının içinde bir şeyler bulmaya çağırıyor hem de çığlık çığlığa, duvarlara vura vura yapıyor bunu, feryat figan.
Gerçek aşkı sandığı adam için ta Fransa’dan Transilvanya’ya kadar gidiyor, sevgilisi (Milan) bir müzisyen, piyano çalıyor ve Fransa’dan sürülmüş çünkü kaçak olarak girmiş Fransa’ya, çingene grubuyla beraber çalıp söylüyorlar.
Zingarina Milan’ ı bir Pagan festivalinde buluyor ama Milan onu orada terk ediyor en acımasız sözlerle hem de. Tam da o sahnede Zingarina’nın kaybolduğunu görmeye başlıyoruz, hem kendi ruhunda hem de bir Pagan festivalinin ortasında, insan yığınının arasında acısıyla sürükleniyor. Kendini bir merdivene attığında avcundaki Fatıma’nın gözünü etrafına çevirip korunabilmek için çırpınıyor.
Aslında Zingarina’yı biraz tanımaya çalışınca tutsak bir kalbi olduğunu görüyorsunuz bir replikte şöyle diyor; “Mutlu olmak istiyorum. Mutlu insanlar gibi olmak istiyorum. Biri bana sahip çıksın istiyorum.” Bu özgürlüğün altında ezilen kalbini biriyle paylaşmak istiyor belki de, özgür diyorum çünkü bir insanın olabileceğinden daha deli bir kadın bu Zingarina. Hem asi hem de rahatsız bir kadın portesi için Asia Argento, çok iyi oturmuş, Zingarina’yı başka türlü hayal edemiyorum, yakın zamanda aramızdan ayrılan Türk-Alman asıllı aktör Birol Ünel (Tchangalo) ona da diyecek bir şey bulamıyorum çünkü mutluluğu, tedirginliği, karamsarlığı yani hayatı gözlerinde görebiliyorsunuz. Öyle iyi oynamış ki doğum sahnesinde sigarayı tersten yakıp içmesini unutamıyorum.
Zaten yolları bir barda kesişen iki insanın yolu bu kez bir oluyor ve beraber bir yolculuğa başlıyorlar. Bu yolculukta kara saplanmak var, sevişirken bir ayıya yakalanmak var ya da daha önce hiç bisiklet süren bir çingene kadın görmemiş amcaya bunu kanıtlamak var. Filmde sürekli sınırları aşıp duruyorsunuz arada bir karakterlerin kafasında kurdukları senaryoda takılıp karşılaşacakları gerçekleri düşünüyorsunuz ve bu süreçte güzel müzikler hep sizinle. Hatta müziğin bu filmdeki ve kültürdeki yerini sizlere şu alıntıyla aktarayım; “Müzik hayat içindir. Kendini paralaman için değil !”
Son olarak filmi izlemeye filmden bir replikle karar vermiştim bu sözlerle yazımı noktalıyorum. “Kalbim buruk şanslılara, mutlu yaşayanlara kıskanarak bakıyorum. Birkaç çalı çırpı verinde yakalım dünyayı.”