Yitiriş

5957883874_76651aaac5_o

        Penceremden içeri vuran güneş ışıkları yüzünden yeni bir güne yine uyanmıştım. Sokakta büyük bir kargaşa, herkes bir yerlere yetişme derdinde, kimse kimseyi tanımıyormuşçasına kafalarını öne eğmiş, koşuşturuyorlardı. Yatağımdan kendimi kopardım, sabahın o içimi burkan sıcaklığıyla banyoya doğru geri gidercesine adımlar atıyordum. Çeşmeyi açtım ve yüzüme birkaç kez su çarptım. Aynada kendimle karşılaştım. Soluk, mor gözlerim ve çatık kaşlarımla yine çok yakışıklıydım bugün. En son ne zaman ağzıma bir şey attım hatırlamıyordum. Çok bir iştahım ya da isteğim olmamasına rağmen bedenimi hayatta tutmak için birkaç parça bir şey yemem gerekiyordu. Ağzıma attığım her lokma yavan ve tatsız geliyordu. Bu yüzden ufak tefek bir şeyler atıştırdım. “Akşama kadar tutar bunlar beni” diye geçirdim içimden. Bir an evvel o çok sevdiğim iş yerine gitmek için acele ediyordum. Gardırobumu açtım ve gece kadar karanlık ve gözlerimden daha soluk kıyafetlerimden giyindim tekrar ve evime son kez geliyormuşçasına bakıp kapıyı yavaşça çarpıp çıktım. Artık ben de sistemde yerimi tekrar aldım ve görevimi yerine getirmek adına ilerliyordum. Tanıdık veya tanımadık onlarca yüz yanımdan geçip gidiyordu, sanki hiç var olmamışım, bir değerim yokmuş ya da görünmezmişim gibi. Kafam öne eğik, soluğu otobüs durağında aldım, sevgi yuvama daha hızlı kavuşmanın en hızlı yoluydu bu. Otobüsü beklerken cebimde bir titreşim hissettim, kalbimde ufak bir çarpıntı oldu ve telefonu elime aldığımda beklediğimin aksine firmaların saçma sapan kampanya mesajlarından başka bir şey yoktu. “Ne bekliyordun ki zaten” diye düşünürken otobüsün iğrenç fren çığlıkları, kalabalığın “önce bineceğim” diye bir bütün olduğu sahneyle tekrar karşılaştım ve onlara ayak uydurdum. Ne tuhaf, insanlar otobüse önce binmek için öyle arzuluydular ki fırsat bulsalar birbirlerini ezip içeri atlayacaklardı. İçeride tanımamasına rağmen herkesi eleştiren keskin gözler, düşüncelerinden veya insanlardan kaçmak için kendini kulaklıklarına hapsetmiş insanlarla beraber ilerliyorduk. Sonunda durağıma geldim. Artık bitti, kavuşmama son birkaç adım kalmıştı. Ofisin kapısının önündeydim ve o buz gibi kapı kolunu iterek içeri doğru ilk adımımı attım. Her seferinde içimi titretirdi bu his. Merdivenlerden çıkarken arkadaşlarımın mahkeme duvarı kadar ciddi suratlarıyla sıcak karşılamalarına karşılık verdim, ne kadar sevecen insanlar oldukları yüzlerinden okunuyordu. Koridorda ilerlerken patronumun her günkü gibi tatlı diliyle bağrışlarını, bizden olan isteklerini dinledikten sonra koltuğuma oturdum, sonuçta patronumun mutluluğu her şeyden önemliydi. Mola vermiştik, kahvemi ve olmazsa olmazım sigaramı alarak o küçücük balkona tıkışmıştık. Yaz rüzgârı yüzüme çarpıp saçlarımın arasından geçerken, kafamı masmavi göğe kaldırdım ve gözlerimi kapatarak derin bir iç çektim. Sigara paketimden yepyeni bir dal alacaktım, sadece üç tane kalmıştı. Ne zaman bitirdim acaba diye aklımdan geçirirken bir diğerini daha aldım. Dudaklarımın iki yanına sürttükten sonra, tam ortada sımsıkı tuttum. Çakmağımı çekip, bir iki denemeden sonra çıkan cılız bir ateşle yaktım sigaramı. Sertçe çektim içime o dumanı. Yanan tütünün ve çarşafın çıtırdayan sesiyle ağzımdan ciğerlerime doğru hareket eden duman başımı tatlı tatlı döndürmüştü. Dumanın ciğerlerimdeki esaretine son verdikten sonra kömür kadar siyah kahvemden bir yudum çektim. Gerçekten kömür gibiydi hem çok sıcak hem de karanlıktı. Çevremdekilere usulca göz gezdirdim. Keyiflerine diyecek yoktu, kendi aralarında gülüp eğleniyorlar, işten sonra ne yapacaklarını tartışıyorlardı. Bense geceden daha karanlık, uçsuz bucaksız düşüncelere dalmıştım tekrardan. Bir duman sigaramdan çekiyor bir yudum kahvemden alıyor kendimi kendimde arıyordum, yaşadıklarımı sorguluyor, insanların bana olan tutumlarını eleştiriyordum. Neden ben de diğerleri gibi kabul görmüyor veya sevilmiyordum. Düşündükçe kendimi tüketiyordum. Hiçbir şekilde cevap bulamıyor aksine sorularıma yeni sorular ekliyordum. Artık çok daha kötü durumdaydım, insanların sıradan bakışlarında bile bir mana arar hale gelmiştim. Gülmeleri bile rahatsız eder olmuştu. “Bana mı gülüyorlardı, çok mu tiksinç birisiyim acaba veya beni istemiyor olabilirler miydi?” Düşüncelerimden o iğrenç mesai zili çekip çıkardı beni ve kendimi tekrar ekran karşısında buldum. Ben ve diğerleri birer robotmuşuzcasına kullanılıyorduk ama onlar hallerinden pek memnun görünüyorlardı. Kazandıkları üç kuruş paraya tamah ediyorlar “Allah kerimdir” deyip içlerine umut dolduruyorlardı. Ellerinden başkası gelir miydi orası da şaibeli bir durumdu gerçi. Akşam sularıydı, bir mesai daha bitmişti ve tıpkı geldiğim gibi geri gidiyordum artık. Bugün diğer günlerden daha farklı bir terslik vardı, ondan hiç ama hiç haber alamamıştım. Normalde de sürekli meşguliyetinden dolayı nadir görüşürdük ama bugün o bile yoktu. Kayıplara karışmıştı sanki. Biraz olsun tebessüm edebilmek için ona ihtiyaç duyuyordum. İçimde konuşup duran, bitmek bilmez bir acı veren düşünceleri susturan, içimdeki karartıya bir güneş gibi doğan. Kısacası simsiyah hayatımın renk paletinde ki tek renk oydu. Ona mecburdum. Bu yüzden rotamı değiştirip iş çıkışında sürekli takıldığımız yere gitmeye karar verdim. Ona giderken ne yolculuk ne çevre nede herhangi bir şey beni rahatsız edebiliyordu. Kafeyi gördüğümde yürüyüşlerim daha da hızlanmıştı, her gün olduğu gibi söz konusu oyken içim içime sığmıyordu. Sabrım kalmamışçasına ittim kafenin kapısını ve içeri daldım. Sağıma soluma, dört bucak her bir yana göz gezdirdim. Burada bir yerde olmalıydı. Ancak, kendisini burada bulamadım, yine bir kasvet sardı bedenimi ve ev denilen sığınağıma geri dönmemek için bir bara gitmeye karar verdim. Alkolün bedenimi ve beynimi kontrol altına aldığı anlarda ruhumun karartısı düşüncelerime işlemez olurdu. Alkol bir an olsun tamamen özgür ve diğerleri gibi hissettirirdi bana; mutlu ve kedersiz. Bu doktorların kullandığı narkozun, benim ruhumda kullanma biçimimdi. Kendime koca bir bardak dolusu bira almıştım, yavaş yavaş yudumluyordum. Her yudumda boğazımdan aşağı iğrenç bir tat ve bir yanma hissi bırakıyordu. Bu kısmını gerçekten hiç sevmiyordum. Biramı yudumladıkça, alkolün zaferi bedenim üzerine artıyordu.

Hafif baş dönmesi ile başlayan işgal, parmaklarda uyuşma ile devam ediyor ve his kaybı ile son buluyordu. İstediğim kıvama geliyordum. Bir yandan biramı yudumlarken öte yandan kalabalığın arasına karışmak için piste doğru küçük, yavaş adımlar attım. İnsanlar günün yorgunluğunu atmak için kendilerini müziğe vermiş çılgınlar gibi dans ediyorlar, gülüp eğleniyorlardı. O insanlar arasında gözüme birisi tanıdık gelmişti. Genç bir kız, giyinişinden de belli olacaktı ki varlıklı ve yakışıklı bir çocuğun kollarına kendisini bırakmış pistin tozunu attırıyorlar ve çok mutluydular. “Dur bir dakika ben bu kızı tanıyorum, bu o” dedim kendime. Şok içindeydim olduğum yerde kalakalmıştım ve ne yapacağımı bilemiyordum. Kendimi teselli etmek için “alkollüyüm, yanılıyor olabilirim, o olamaz” diye geçirdim içimden. İçim içimi yiyordu, o olup olmadığı belirsizliği kafayı yedirtecekti bana ve yakından bakıp gerçeği keşfetme arzuma karşı koyamadım. Gevşemiş kaslarımla sallana sallana ilerliyordum. İçimde öyle büyük bir korku vardı ki, kalbim her an patlayabilir ve orada canımı verebilirdim. Yaşadığım stres ve gerilimden boncuk boncuk terliyordum, vücudum var olan bütün suyu dışarı atıyordu sanki. Yanlarına geldiğimde aramızda sadece birkaç adımlık mesafe vardı. Korktuğum başıma gelmişti, bu oydu. Bütün, stres ve endişem bir anda hayal kırıklığına dönüşmüş bedenimi ele geçirmişti. Yaşam pınarım dediğim insan, aşk çeşmelerini başkalarına açmıştı. Birbirlerine öyle odaklı, öyle sarhoştular ki o yakınlığıma rağmen varlığımı hissetmedi bile. Şu anda olduğum yeri terk etmek o anda düşünebildiğim en iyi karardı ama nereye sığınağıma mı? Başka şansım yoktu, eve gidiyordum. Kendimi sokağa atmıştım, olanların şokundan çıkamıyordum. Tek düşünebildiğim şey bunu bana nasıl yapabileceğiydi. Evime kısacık mesafe olan yol hiç bitmez bir hal almıştı. Kafamı öne eğmiş hıçkıra hıçkıra ağlıyor, dengemi sağlayamadığım için düşüp kalkıyordum. Ağlamaktan gözümde yaş kalmamıştı. Bir şeyin canımı bu denli yakabileceğine hiç inanmamıştım ama en sevdiğimden almıştım darbeyi. Bu yara diğerlerini geri planda bırakmıştı. O anda diğerlerinin düşüncelerine hak vermeye başlamıştım. Evin önüne geldiğimde perişan bir haldeydim, üstüm başım düşmekten çamur içinde kalmış yırtılmış, ıslak suratım toz içinde kalmıştı. Göz çevrem, yaşları silmekten yara içinde kalmış, gözlerimse kan toplamıştı. O halde merdivenleri adım adım çıktım ve kendimi kapıdan içeri attım. Eve geldiğimdeyse duvarlar üstüme üstüme geliyordu. Bir odadan bir odaya sürekli yer değiştiriyordum. Düşüncelerim yüzünden kafayı yemek üzereydim. Sakinleşmeye çalışıyordum ama nafile beynim hiç olmadığı kadar çalışıyor, kalbim hiç atmadığı kadar hızlı atıyordu. Aklımdan geçen tek şey son umudumu da yitirdiğimdi. Hayır, evde de duramam diyerek kendime küçük bir çanta hazırladım ve nereye olduğunu bilmeden yola koyuldum. Yürüdüm; saatlerce, kilometrelerce hem yürüdüm hem ağladım. Sanki bardağın son damlası taşmıştı ve kendimi ıssız ağaçlık bir alanda buldum. Ağlamam bir anda bıçak gibi kesildi. Çok üzgün ancak çok da sinirliydim. Artık neye ve kime olduğunu kestiremiyordum. Çimenlerin üzerine oturdum, çevremde ben ve gece canlılarının ince seslerinden başka hiçbir ses yoktu. Kendimi sırt üstü çimlere bıraktım, gecenin karanlığını izlerken kendime çok önemli bir soru sordum “Yaşamın gerçekten bir anlamı var mı?” Birkaç zamandır zaten bunu düşünüyordum ama bu gece ki olaydan sonra yanıt aradığım tek soru haline gelmişti. Neye tutunsam elimde kalıyordu resmen. Hayat, sistem adil değil hem de hiç değil. Neden diğerlerinin yaşantısı yolunda ve ben bu durumdayım. Neden… neden… neden… diyerek birçok şeyi sorguladım ve artık bir çıkışa varamayacağımı anladım. “Tanrım, eğer oradaysan, beni görüyorsan, beni neden bu acıya maruz bırakıyorsun. Yoksa sende mi beni sevmez oldun?” diyerek boşluğa haykırdım. Çantamı açtım, içinden küçük ama keskin bir bıçak çıkardım. Olduğum yere son kez bakarak; “elveda dünya, elveda insanlık, elveda bedenim…” diyerek beni umursamamalarına rağmen onlarla son kez vedalaştım. Kesin kararımdı, artık son bulacaktı bu yaşamım, bedenimi bu işkenceden ruhumu ayırarak arındıracaktım. Kollarımı dirseklerime kadar sıvadım ve elimdeki bıçağı bileğime dayamıştım. Metalin o ürkünç ve ölümü hatırlatan soğukluğu tek bir hamlem kadar yakındı bana artık. Gözlerimi sımsıkı kapatıp bir anda çektim. Önce o soğukluk bütün bedenimde bir titreme bıraktı. Ardından akan kan elimi tümüyle kaplamış ve bıçağın soğukluğunu unutturmuştu bile. Tekrar kendimi sırt üstü bıraktım. Kendime çok benzettiğim gece görmek istediğim son şeydi. Canım çok acımıyordu, sadece ufak bir sızı vardı, ancak kan kaybettikçe yavaş yavaş uykum geliyor vücudumu baştan aşağı saran bir üşüme hissediyordum. Artık kafamı dahi kaldıracak gücüm yoktu ve göz kapaklarım tembelleşip kapanıyordu. Oluyordu, evet sonunda bu zalim hayattan kurtuluyordum ve bunun için gerçekten çok mutluydum. Bir ses cümbüşü ve kalabalığın içinde gözlerimi tekrar açtım. En başta kendimi cehenneme gelmiş gibi hissettim çünkü burası dünyanın, birebir aynısıydı ama sonradan bir hemşirenin bilincimin yerine geldiğini bağırmasıyla anladım ki cehenneme dahi gidememiştim. “Bu olamaz, çok yakındım” diye geçirdim aklımdan ama başaramamıştım. Çevremde bir sürü doktor koşuşturuyorlar, sanki daha öncesinde çok umurlarındaymışım gibi bana iyi olacağım telkininde bulunuyorlardı. İyi olmak ne demekti ki sanki? Bense sedye boyunca biçare uzanmış ne olduğunu, nasıl buraya döndüğümü anlamaya çalışıyordum. Doktorum bilincimin açık olduğunu fark edince bir süre hastahane de yatacağımı ardındansa toplum içine sağlık bir şekilde dönebilmem için zorunlu psikolojik tedavi alacağımı bildirdi. Ancak kaçırdıkları bir nokta var ki toplum, her bir insancık beni buna adım adım ittiler. Sistemi değiştiremeyeceğimi bildiğim için gözlerimle doktoru onaylayıp tekrar sistemin bir parçası haline geldim.

 

-Heathcliff

Düşünceni Tek Emojiyle Anlat!
+1
2
+1
1
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
+1
2
0 0 oylar
Yazımızı Değerlendir
Abone ol
Bildir
guest

0 Yorum
Sıralı yorumlar için geri bildirim
Tüm yorumları görüntülere
Bu yazılarımızı da beğenebilirsin

King Arthur ve Yuvarlak Masa Şovalyeleri

Excalibur ve şovalyeleriyle yüzyıllarca akıllardan çıkmamış, dizilere konu olmuş, epik lider King Arthuru ne kadar tanıyoruz?

Fantastik Edebiyat Çevirmenliğine Dair

Fantastik dünya… Hepimizin hayalinde yarattığı dünyaları vardır, ve bu dünyaların başarısı sadece yazarın değil aynı zamanda çevirmenin başarısına bağlıdır. Peki fantastik edebiyat çevirmenliği nedir?