Gölgeler yine çamların üzerinden uzuyordu ve yine iki adam New England plakalı bir arabada eski yol boyunca tümseklere bata çıka ilerliyordu. Arabayı Buckner kullanıyordu. Griswell’in sinirleri, direksiyonda kendine güvenemeyecek kadar paramparça haldeydi. Bitkin ve yorgun görünüyordu, yüzü de hala soluktu. İlçe merkezinde geçen günün gerginliği, ruhunda bir ifritin gölgesi gibi dolanan dehşete de eklenmişti. Ne yediğinden anlamıştı ne de uyuyabilmişti.

Buckner, “Sana Blassenvill’lerden bahsedeceğimi söylemiştim.” dedi. “Gururlu insanlardı, kibirli ve kendi bildiklerini yaparken de oldukça acımasızlardı. Kölelerine diğer sömürgeciler gibi davranmadılar, Batı Hint Adaları’nda ki zihniyetle hareket ettiler diye sanıyorum. İçlerine işlemiş bir zulüm vardı, özellikle bu zamana kadar gelen ailenin son üyesi Bayan Celia’da. Bu kölelerin özgür bırakılmasından çok sonraydı, fakat yaşlılar melez hizmetçiyi sanki bir köleymiş gibi kırbaçladığını söyler. Zenciler, bir Blassenville öldüğünde iblisin karanlık çamların ardına onu beklediğini söyler.

İç savaştan sonra hızlı bir biçimde öldüler, harap olmaya müsade edilen çiftlikte yoksulluk içinde yaşadılar. Sonunda sadece dört kız kaldı, eski evde, köle barakalarında yaşayan ve tarlalarda çalışan birkaç zenciyle birlikte kıt kanat geçiniyorlardı. Fazlasıyla mağrurdular ve yoksulluklarından dolayı utanç içindeydiler. İnsanlar onları aylarca göremezdi. Erzak ihtiyaçları olduğunda peşlerinden bir zenci gönderirlerdi.

Ama Bayan Celia onlarla yaşamaya başladığında farkına vardılar. Batı Hint Adalarının bir yerinden gelmişti, bütün ailenin soyu oraya dayanıyor, güzel, etkileyici bir kadın, otuzlarının başlarında diyorlar. Ama kızlar gibi halkın arasına pek karışmadı. Yanında bir melez hizmetçi getirdi ve Blassenville zulmü bu hizmetçiye yaptığı muameleyle ortaya çıktı. Yıllar öncesinden yaşlı bir adam tanıyordum, Bayan Celia’yı bu kızı tamamen çıplak halde bir ağaca bağlayıp kamçıyla kırbaçladığına dair yeminler etmişti. Kaybolduğunda kimse şaşırmamış. Herkes onun en nihayetinde kaçtığını düşünmüştü.

1890’ın baharında bir gün, Bayan Elizabeth en küçükleri, belki de yıl içinde ilk defa şehre gelmiş.  Erzak için gelmiş. Bütün zencilerin terk ettiğini söylemiş. Biraz daha anlatmış. Bayan Celia’nın tek bir kelime dahi etmeden gittiğini söylemiş. Kız kardeşleri halalarının Batı Hint Adalarına geri döndüğünü düşünüyormuş ama o halalarının hala evde olduğuna inanıyormuş. Neyi kastettiğini söylememiş ama sadece erzaklarını alır ve malikâne için dışarı çıkarmış.

Bir ay sonra bir zenci kasabaya gelip Bayan Elizabeth’in malikanede yalnız yaşadığını söylemiş. Üç kız kardeşin artık orada olmadığını, ne bir kelime söyleyip ne de bir açıklama yapmadan tek tek gittiklerini anlatmış. Nereye gittiklerini bilmiyormuş ve orada yalnız kalmaktan korkuyormuş ama nereye gideceğini de bilemiyormuş. Malikane dışında pek bir yer görmemişti, ne bir akrabası ne de bir arkadaşı vardı. Fakat öldürücü bir korkunun içindeymiş. Zenci gece kendini odasına kilitlediğini ve bütün gece mumların yandığını söylemiş…

Fırtınalı bir bahar gecesiydi, Bayan Elizabeth korkudan ölmek üzereyken sahip olduğu tek atla şehre saldırır gibi girmiş. Meydanda atından düşmüş konuşabildiğinde ise malikânede yüzyıllardır unutulmuş bir oda bulduğunu söyleyebilmiş. Ve orada üç kız kardeşinin ölü bedenini bulduğunu anlatmış, boyunlarından tavana asılı haldelermiş. Bir şeyin onu kovaladığını ve ön kapıdan çıkarken neredeyse kafasını baltayla parçaladığını söylemiş ama bir şekilde atına binip kaçabilmiş. Korkudan neredeyse çıldırmış ve onu neyin kovaladığını bilmiyormuş, soluk benizli bir kadın olduğunu söylemiş.

Yaklaşık yüz kişi direk oraya akın etti. Evin altını üstünü aradılar ama ne odayı ne de kardeşlerin cesetlerini bulabildiler. Fakat alt katta ki kapının pervazına saplanmış bir balta buldular, tıpkı anlattığı gibi Bayan Elizabeth’in saçları üstündeymiş. Oraya tekrar gidip o gizli odayı onlara göstermeyi kesinlikle reddetmiş ve bunu teklif ettiklerinde neredeyse çıldırmış.

Gitme zamanı geldiğinde, insanlar biraz para toplayıp ona ödünç vermiş, bağışı kabul ederken hala çok mağrurmuş ve Kaliforniya’ya gitmiş. Bir daha da dönmemiş ama sonra ona ödünç verilen parayı geri verirken öğrenmişler ki orada evlenmiş.

Kimse evi satın almadı… Orada öylece bıraktığı gibi duruyor, yıllar geçtikçe insanlar bütün mobilyaları çalmışlar, zavallı beyaz döküntü. Bir zenci öyle bir şeyi denemedi bile. Ama güneş doğduktan sonra oradan geçer ve gün batımından epey önce oradan ayrılırlar.”

“İnsanlar Bayan Elizabeth’in hikayesi için ne düşünmüşler peki?” diye sordu Griswell.

“Eh, çoğu onun o eski evde yalnız yaşarken biraz çıldırdığını düşündü. Ama bazıları melez kız Joan’ın orayı terk etmediğine inandı. Ormanda saklandığına ve Bayan Celia ve üç kızı öldürerek Blassenvilles’e olan nefretini doyurduğuna inandılar. Ormanı tazılarla arşınladılar fakat ondan bir iz bulamadılar. Eğer böyle bir ihtimal olsaydı ve evin gizli bir oda varsa orada saklanıyordur.”

Griswell, “Bunca yıl orada saklanmış olmaz,” diye mırıldandı. “Her neyse, evdeki o şey şu an insan değil.”

Buckner direksiyonu ana yoldan ayrılan ve çamların içinden dolanan izbe bir yola kırdı.

“Nereye gidiyorsun?”

“Bu yoldan birkaç kilometre uzakta yaşayan bir zenci var. Onunla konuşmak istiyorum. Beyaz adamın hislerinden daha fazlasını gerektiren bir şeyle karşı karşıyayız. Zenciler bazı şeyleri bizden daha iyi bilirler. Bu yaşlı herif neredeyse yüz yaşında. Efendisi onu çocukken eğitmiş ve özgür bırakıldıktan sonra çoğu beyazdan daha çok gezdi. Onun bir büyücü olduğu söylenir.”

Griswell bu ifade karşısında titredi, onları kıstıran bu yeşil ormandan duvarlara huzursuzca baktı. Çamların kokusu, hiç bilmediği çiçeklerin kokularına karışmıştı. Fakat bunların altında çürüme kokuları vardı. Tekrardan bu karanlık gizemli ormanın nefreti onu alaşağı etti.

“Büyü!” diye mırıldandı. “Bunu unutmuşum, Güney ile kara büyüyü asla bir arada düşünememişim.  Bana göre büyücülük her zaman Salem’de cadıları asarken sahil kasabalarındaki eski çarpık sokaklarda eski beşik çatılardaydı, kara kedilerin ve diğer şeylerin geceleri çalabilecekleri karanlık küflü sokaklar. Büyücülük New England’ın eski kasabalarıydı ama bütün bunlar New England efsanelerinden daha korkunç, bu kasvetli çamlar, terk edilmiş eski evler, kayıp tarlalar, gizemli zenciler, eski çılgın ve korkunç hikâyeler, Tanrım bu topraklar ne çok korkunç, dehşet verici hikâyeler geziyor, aptallar da buna ‘macera’ ! diyor.”

 

“İşte yaşlı Jackob’un kulübesi,” diye bildirdi ve arabayı durdurdu Buckner.

Griswell, büyük ağaçların gölgesi altında kurulan bir kulübe ve açıklık gördü. Çamların yerini gri yosunların kapladığı meşeler ve selviler aldı, kulübenin arkasında boğuk ağaçların altına kaçan, ota boğulmuş bir bataklık yatıyordu. İnce ve zayıf bir mavi duman çubuklarla sabitlenen toprak bacadan kıvrılıyordu.

Buckner’ı küçük verandaya kadar takip etti, şerif deri menteşeli kapıyı itti ve içeri girdi. Griswell gözlerini mekanın karanlığında kıpıştırdı. Küçücük bir pencere gün ışığı getiriyordu. Yaşlı bir zenci ocağın yanında çömelmiş, ateşin üzerindeki yahnisini izliyordu. İçeri girdiklerinde gözlerini onlara çevirdi ama kalkmadı. İnanılmaz derecede yaşlı görünüyordu. Yüzü kırışıklarla doluydu, gözleri karanlık ve canlıydı, zaman zaman zihni dolanıyormuş gibi çekildi.

Buckner, Griswell’e bir sandalyeye oturması için işaret etti kendisi de yaşlı adama bakacak şekilde ocağın yanında kabaca yapılmış olan banka oturdu.

“Jacob”, dedi açıkça, “seninle konuşma vaktimiz geldi. Blassenville Malikanesinin sırrını bildiğini biliyorum. Seni bunun için hiç sorgulamadım çünkü benim sınırlarımda değildi. Ama dün gece bir adam öldürüldü ve bu adam bunun için dar ağacına gidebilir, tabii sen bana Blssenvilles’e musallat olan şeyin ne olduğunu söylemezsen.

Yaşlı adamın gözleri parladı ve yüzyıllık bulutlar kırılgan zihnine sürükleniyormuş gibi puslu puslu büyüdü.

“Blassenvilles”, diye mırıldandı, sesi ağır ve yoğundu, konuşması bölge halkının ağzına benzemiyordu. “Gururlu insanlardı efendiler, gururlu ve acımasızlardı. Kimisi savaşta öldü, kimi düellolarda öldürüldü- erkek hizmetçilerle olan düellolar, efendiler. Kimileri Malikanede öldü- eski Malikane’de-” sesi anlaşılmayan mırıltılara dönmüştü.

“Malikane ne?” diye sabırla sordu Buckner.

 

 

Again the shadows were lengthening over the pinelands, and again two men came bumping along the old road in a car with a New England license plate. Buckner was driving. Griswell’s nerves were too shattered for him to trust himself at the wheel. He looked gaunt and haggard, and his face was still pallid. The strain of the day spent at the county-seat was added to the horror that still rode his soul like the shadow of a black-winged vulture. He had not slept, had not tasted what he had eaten.

“I told you I’d tell you about the Blassenvilles,” said Buckner. “They were proud folks, haughty, and pretty damn ruthless when they wanted their way. They didn’t treat their slaves as well as the other planters did-got their ideas in the West Indies, I reckon. There was a streak of cruelty in them-especially Miss Celia, the last one of the family to come to these parts. That was long after the slaves had been freed, but she used to whip her mulatto maid just like she was a slave, the old folks say… The Negroes said when a Blassenville died, the devil was always waitin’ for him out in the black pines.

Well, after the Civil War they died off pretty fast, livin’ in poverty on the plantation which was allowed to go to ruin. Finally only four girls were left, sisters, livin’ in the old house and ekin’ out a bare livin’, with a few blacks livin’ in the old slave huts and workin’ the fields on the share. They kept to themselves, bein’ proud, and ashamed of their poverty. Folks wouldn’t see them for months at a time. When they needed supplies they sent a Negro to town after them.

But folks knew about it when Miss Celia came to live with them. She came from somewhere in the West Indies, where the whole family originally had its roots-a fine, handsome woman, they say, in the early thirties. But she didn’t mix with folks any more than the girls did. She brought a mulatto maid with her, and the Blassenville cruelty cropped out in her treatment of this maid. I knew an old man years ago, who swore he saw Miss Celia tie this girl up to a tree, stark naked, and whip her with a horsewhip. Nobody was surprised when she disappeared. Everybody figured she’d run away, of course.

Well, one day in the spring of 1890 Miss Elizabeth, the youngest girl, came in to town for the first time in maybe a year. She came after supplies. Said the blacks had all left the place. Talked a little more, too, a bit wild. Said Miss Celia had gone, without leaving any word. Said her sisters thought she’d gone back to the West Indies, but she believed her aunt was still in the house. She didn’t say what she meant. Just got her supplies and pulled out for the Manor.

A month went past, and a black came into town and said that Miss Elizabeth was livin’ at the Manor alone. Said her three sisters weren’t there any more, that they’d left one by one without givin’ any word or explanation. She didn’t know where they’d gone, and was afraid to stay there alone, but didn’t know where else to go. She’d never known anything but the Manor, and had neither relatives nor friends. But she was in mortal terror of something. The black said she locked herself in her room at night and kept candles burnin’ all night…

It was a stormy spring night when Miss Elizabeth came tearin’ into town on the one horse she owned, nearly dead from fright. She fell from her horse in the square; when she could talk she said she’d found a secret room in the Manor that had been forgotten for a hundred years. And she said that there she found her three sisters, dead, and hangin’ by their necks from the ceilin’. She said something chased her and nearly brained her with an ax as she ran out the front door, but somehow she got to the horse and got away. She was nearly crazy with fear, and didn’t know what it was that chased her-said it looked like a woman with a yellow face.

About a hundred men rode out there, right away. They searched the house from top to bottom, but they didn’t find any secret room, or the remains of the sisters. But they did find a hatchet stickin’ in the doorjamb downstairs, with some of Miss Elizabeth’s hairs stuck on it, just as she’d said. She wouldn’t go back there and show them how to find the secret door; almost went crazy when they suggested it.

When she was able to travel, the people made up some money and loaned it to her-she was still too proud to accept charity-and she went to California. She never came back, but later it was learned, when she sent back to repay the money they’d loaned her, that she’d married out there.

Nobody ever bought the house. It stood there just as she’d left it, and as the years passed folks stole all the furnishings out of it, poor white trash, I reckon. A Negro wouldn’t go about it. But they came after sunup and left long before sundown.”

“What did the people think about Miss Elizabeth’s story?” asked Griswell.

“Well, most folks thought she’d gone a little crazy, livin’ in that old house alone. But some people believed that mulatto girl, Joan, didn’t run away, after all. They believed she’d hidden in the woods, and glutted her hatred of the Blassenvilles by murderin’ Miss Celia and the three girls. They beat up the woods with bloodhounds, but never found a trace of her. If there was a secret room in the house, she might have been hidin’ there-if there was anything to that theory.”

“She couldn’t have been hiding there all these years,” muttered Griswell. “Anyway, the thing in the house now isn’t human.”

Buckner wrenched the wheel around and turned into a dim trace that left the main road and meandered off through the pines.

“Where are you going?”

“There’s an old Negro that lives off this way a few miles. I want to talk to him. We’re up against something that takes more than white man’s sense. The black people know more than we do about some things. This old man is nearly a hundred years old. His master educated him when he was a boy, and after he was freed he traveled more extensively than most white men do. They say he’s a voodoo man.”

Griswell shivered at the phrase, staring uneasily at the green forest walls that shut them in. The scent of the pines was mingled with the odors of unfamiliar plants and blossoms. But underlying all was a reek of rot and decay. Again a sick abhorrence of these dark mysterious woodlands almost overpowered him.

“Voodoo!” he muttered. “I’d forgotten about that-I never could think of black magic in connection with the South. To me witchcraft was always associated with old crooked streets in waterfront towns, overhung by gabled roofs that were old when they were hanging witches in Salem; dark musty alleys where black cats and other things might steal at night. Witchcraft always meant the old towns of New England, to me-but all this is more terrible than any New England legend-these somber pines, old deserted houses, lost plantations, mysterious black people, old tales of madness and horror-God, what frightful, ancient terrors there are on this continent fools call ‘young’!”

 

“Here’s old Jacob’s hut,” announced Buckner, bringing the automobile to a halt.

Griswell saw a clearing and a small cabin squatting under the shadows of the huge trees. The pines gave way to oaks and cypresses, bearded with gray trailing moss, and behind the cabin lay the edge of a swamp that ran away under the dimness of the trees, choked with rank vegetation. A thin wisp of blue smoke curled up from the stick-and-mud chimney.

He followed Buckner to the tiny stoop, where the sheriff pushed open the leather-hinged door and strode in. Griswell blinked in the comparative dimness of the interior. A single small window let in a little daylight. An old Negro crouched beside the hearth, watching a pot stew over the open fire. He looked up as they entered, but did not rise. He seemed incredibly old. His face was a mass of wrinkles, and his eyes, dark and vital, were filmed momentarily at times as if his mind wandered.

Buckner motioned Griswell to sit down in a string-bottomed chair, and himself took a rudely-made bench near the hearth, facing the old man.

“Jacob,” he said bluntly, “the time’s come for you to talk. I know you know the secret of Blassenville Manor. I’ve never questioned you about it, because it wasn’t in my line. But a man was murdered there last night, and this man here may hang for it, unless you tell me what haunts that old house of the Blassenvilles.”

The old man’s eyes gleamed, then grew misty as if clouds of extreme age drifted across his brittle mind.

“The Blassenvilles,” he murmured, and his voice was mellow and rich, his speech not the patois of the piny woods darky. “They were proud people, sirs-proud and cruel. Some died in the war, some were killed in duels-the menfolks, sirs. Some died in the Manor-the old Manor-” His voice trailed off into unintelligible mumblings.

“What of the Manor?” asked Buckner patiently.

 

Düşünceni Tek Emojiyle Anlat!
+1
1
+1
1
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
0 0 oylar
Yazımızı Değerlendir
Abone ol
Bildir
guest

0 Yorum
Sıralı yorumlar için geri bildirim
Tüm yorumları görüntülere
Bu yazılarımızı da beğenebilirsin

Tarihin Akışını Tamamen Değiştiren Üç Hata

Tarihin akışını değiştirmiş bu hataları hiç merak ettiniz mi?

Claude Monet’in Tarzı, Etkisi ve Tekniği

İzlenimci akımın önemli ismi Claude Monet…