Bir yolda koşmuyordu ya da bir tepe tırmanmıyordu, merdivenleri tırmanıyordu. Hala malikanenin içindeydi! Ve basamakları çıkıyordu!

Dudaklarından insanlık dışı bir çığlık koptu. Hemen yukarıda korkunç bir çığlık şeytani zaferin bet borusunda yükseldi. Durmaya zorladı kendini, arkasına dönmeye çalıştı korkuluğun üzerinden fırlayıp atlamaya bile çalıştı. Dayanılmaz acı çığlıkları kendi kulaklarında çınladı. Ne fayda ki, iradesi paramparça oldu. Yok olmuştu. İradesi buharlaşmıştı. Fenerini düşürmüştü ve cebindeki silahı da unutmuştu. Bedenine söz geçiremiyordu. Bacakları gergin bir biçimde hareket ediyordu, beyninden ayrı başka bir mekanizmanın parçaları gibiydiler, adeta başka bir iradeye hizmet ediyorlardı. O yırtınırken, ayakları onu merdivenlerden yukarı, üzerinde parıldayan cadı ateşine doğru taşıdı.

“Buckner!” diye bağırdı. “Buckner! Tanrı aşkına yardım et!” Sesi boğazına dolandı. Üst kata ulaşmıştı. Koridorda sendeliyordu. Islık yavaşça söndü ve durdu ama etkisi onu hala sürüklüyordu. O belirsiz parıltının nereden geldiğini göremedi. Kaynağı belli değil gibiydi. Fakat onu doğru gelen silik bir figür gördü. Kadın gibi görünüyordu ama hiç bir insan evladı onun gibi sinsice yürüyemezdi ve yine hiç bir insan evladının suratı onun ki gibi silik bir cinnetin portresi olmazdı, o yüzü görür görmez çığlık atmaya çalıştı, havada ki pençe benzeri keskin çeliğin parıltısını görmüştü, ama resmen taş kesilmiş dili tutulmuştu. Sonra hemen ardında sağır eden bir gürültü koptu, gölgeler arkalarına düşen korkunç bir figürü de yakan alev dalgasıyla bölünmüştü. Hemen peşinden acımasız, insanlık dışı bir ciyaklama sesi yükseldi.

Karanlıkta kopan o bütün parlamada Griswell dizlerinin üzerine çöktü ve elleriyle yüzünü kapattı. Buckner’ın sesini duymadı. Güneylinin omzuna dokunan eli onu bu baygın halinden uzaklaştırdı.

Gözlerine doğru tutulan ışık onu kör etti. Gözlerini kırpıştırdı ve kapattı, Buckner’ın suratına bakmak için ışık çemberinin dışına eğildi. Şerifin beti benzi atmıştı.

“Yaralandın mı? Tanrım, yaralandın mı? Yerde bir kasap bıçağı var.”

“Yaralı değilim,” diye mırıldandı Griswell. “Tam zamanında ateş ettin, iblis! Nerede? Nereye kayboldu?”

“İyi dinle!”

Evin bir yerinden sanki ölürken kıvranan ve boğuşan bir şeyin korkunç debelenme sesleri geliyordu.

“Jacob haklıydı,” dedi Buckner amansızca. “Kurşun onları öldürebilir. Onu vurdum, tamam mı? Fenerimi kullanmaya yeltenmedim, yeterince ışık vardı. Islık çalmaya başladığında çıkabilmek için neredeyse üzerime yürüdün. Hipnoz etkisinde olduğunu biliyordum ya da her neyse işte bu durum. Seni merdivenlerden yukarıya doğru takip ettim. Tam arkandaydım ama yere doğru çömelmiştim böylece beni görmedi, belki de yine yakasını kurtarmıştır. Ateş etmeden önce çok beklemiş olabilirim ama onu görmek şok geçirmeme yetti. Bak!”

Fenerini koridora çevirdi ve artık net bir şekilde ortadaydı. Daha önce dümdüz olan duvarda şimdi bir giriş vardı.

“Bayan Elizabeth’in bulduğu gizli panel!” Buckner bir hışımla, “Hadi!” dedi.

Koridorun karşısında geçti ve Griswell sersemce onu takip etti. Çırpınma ve düşme sesleri gizemli kapının ötesinden geliyordu ve şimdi o sesler kesilmişti.

Işık, duvarların içinden geçen tünel gibi dar bir koridoru ortaya çıkarttı. Buckner tereddüt etmeden içeri daldı.

Feneriyle önünü aydınlatırken, “Belki insan gibi düşünemiyordur,” diye fısıldadı. “Ama izlerini silebilecek kadar akıllıydı, bu yüzden izlerini bu gizli noktaya kadar takip edemedik ve belki de bu yüzden bu gizli paneli bulamadık. İleride bir oda var, Blassenvillerin gizli odası!”

Griswell haykırdı: “Aman Tanrım! Bu rüyamda gördüğüm penceresiz oda, asılı üç cesetle birlikte hemde- ahhhhh!”

Buckner’ın odada dairesel hareketlerle oynayan feneri aniden hareketsizleşti. Bu geniş ışık halkasının ucunda üç figür belirdi, üç, kurumuş, buruşmuş, mumya benzeri şekiller… Geçen yüzyılın kıyafetleri içindeydiler hala. Tavandan sarkan zincirlerden solmuş boyunlarıyla asılı dururlarken, terlikleri odanın ortasındaydı.

“Blassenville kardeşler!” diye mırıldandı Buckner. “Sonuç olarak Bayan Elizabeth deli değilmiş.”

“Bak!” Griswell sesini zar zor anlaşılabilir yapabiliyordu. “Şurada, işte şurada köşede!”

Fener yavaşça o tarafa hareket edip durdu.

“Bu şey bir ara kadın mıydı?” diye fısıldadı Griswell. “Tanrım, suratına bak, ölüsü bile. Pençe gibi duran ellere bak, siyah pençeli bir canavarmış gibi. Eski balo kıyafeti paçavraya dönmüş olsa bile, evet o da bir zamanlar insandı. Melez bir hizmetçi niçin böyle bir elbise giyer ki acaba?”

Köşede yere serilmiş korkunç şeye bakarken, “Burası kırk yılı aşkın süredir onun iniymiş”, diye mırıldandı Buckner. “Bu adını temize çıkaracaktır Griswell, baltalı çatlak bir kadın, yetkilerin bilmesi gereken tek şey bu. Tanrım, bu nasıl bir intikam, nasıl pis bir intikam! Nasıl hayvani bir dürtüye sahip olmuş, vudunun içine iyice girmiş olmalı-“

“Melez kadın?” diye bütün bu dehşeti gölgeleyecek bir korkuyu hissederek mırıldandı Griswell.

Buckner kafasını salladı. “İhtiyar Jacob’un zırvalıklarını ve Bayan Elizabeth’in yazdıklarını yanlış anladık, tabi ki de biliyordu ama ailesinin kibriyle dudakları mühürlendi.  Griswell, her şeyi şimdi anlıyorum, melez kadın intikamını hiç bir zaman alamadı en azından bizim tahmin ettiğimiz şekilde almadı. Jacob’un onun için hazırladığı şeytani karışımı o içmedi. O başkası içindi, hiç şüphesiz gizlice yemeğine ya da kahvesine katmak içindi. Ardından Joan kaçtı, büyümek üzere bıraktığı cehennemin tohumlarını da arkasında bıraktı.”

“Bu- bu melez kadın değil miydi?” diye fısıldadı Griswell.

“Onu koridorda gördüğümde, onun melez olmadığını biliyordum. Ve bu bozulmuş özellikler yine de bir gen benzerliğini yansıtıyordu. Portresini görmüştüm ve yanılıyor olamam. Burada yatan bu yaratık bir zamanlar Celia Blassenville idi.”

 

SON

 

 

He was not fleeing along a road, or climbing a hill; he was mounting a stair. He was still in Blassenville Manor! And he was climbing the stair!

An inhuman scream burst from his lips. Above it the mad whistling rose in a ghoulish piping of demoniac triumph. He tried to stop-to turn back-even to fling himself over the balustrade. His shrieking rang unbearably in his own ears. But his will-power was shattered to bits. It did not exist. He had no will. He had dropped his flashlight, and he had forgotten the gun in his pocket. He could not command his own body. His legs, moving stiffly, worked like pieces of mechanism detached from his brain, obeying an outside will. Clumping methodically they carried him shrieking up the stair toward the witch-fire glow shimmering above him.

“Buckner!” he screamed. “Buckner! Help, for God’s sake!”

His voice strangled in his throat. He had reached the upper landing. He was tottering down the hallway. The whistling sank and ceased, but its impulsion still drove him on. He could not see from what source the dim glow came. It seemed to emanate from no central focus. But he saw a vague figure shambling toward him. It looked like a woman, but no human woman ever walked with that skulking gait, and no human woman ever had that face of horror, that leering yellow blur of lunacy-he tried to scream at the sight of that face, at the glint of keen steel in the uplifted claw-like hand-but his tongue was frozen.

Then something crashed deafeningly behind him; the shadows were split by a tongue of flame which lit a hideous figure falling backward. Hard on the heels of the report rang an inhuman squawk.

In the darkness that followed the flash Griswell fell to his knees and covered his face with his hands. He did not hear Buckner’s voice. The Southerner’s hand on his shoulder shook him out of his swoon.

A light in his eyes blinded him. He blinked, shaded his eyes, looked up into Buckner’s face, bending at the rim of the circle of light. The sheriff was pale.

“Are you hurt? God, man, are you hurt? There’s a butcher knife there on the floor-“

“I’m not hurt,” mumbled Griswell. “You fired just in time-the fiend! Where is it? Where did it go?”

“Listen!”

Somewhere in the house there sounded a sickening flopping and flapping as of something that thrashed and struggled in its death convulsions.

“Jacob was right,” said Buckner grimly. “Lead can kill them. I hit her, all right. Didn’t dare use my flashlight, but there was enough light. When that whistlin’ started you almost walked over me gettin’ out. I knew you were hypnotized, or whatever it is. I followed you up the stairs. I was right behind you, but crouchin’ low so she wouldn’t see me, and maybe get away again. I almost waited too long before I fired-but the sight of her almost paralyzed me. Look!”

He flashed his light down the hall, and now it shone bright and clear. And it shone on an aperture gaping in the wall where no door had showed before.

“The secret panel Miss Elizabeth found!” Buckner snapped. “Come on!”

He ran across the hallway and Griswell followed him dazedly. The flopping and thrashing came from beyond that mysterious door, and now the sounds had ceased.

The light revealed a narrow, tunnel-like corridor that evidently led through one of the thick walls. Buckner plunged into it without hesitation.

“Maybe it couldn’t think like a human,” he muttered, shining his light ahead of him. “But it had sense enough to erase its tracks last night so we couldn’t trail it to that point in the wall and maybe find the secret panel. There’s a room ahead-the secret room of the Blassenvilles!”

And Griswell cried out: “My God! It’s the windowless chamber I saw in my dream, with the three bodies hanging-ahhhhh!”

Buckner’s light playing about the circular chamber became suddenly motionless. In that wide ring of light three figures appeared, three dried, shriveled, mummy-like shapes, still clad in the moldering garments of the last century. Their slippers were clear of the floor as they hung by their withered necks from chains suspended from the ceiling.

“The three Blassenville sisters!” muttered Buckner. “Miss Elizabeth wasn’t crazy, after all.”

“Look!” Griswell could barely make his voice intelligible. “There-over there in the corner!”

The light moved, halted.

“Was that thing a woman once?” whispered Griswell. “God, look at that face, even in death. Look at those claw-like hands, with black talons like those of a beast. Yes, it was human, though-even the rags of an old ballroom gown. Why should a mulatto maid wear such a dress, I wonder?”

“This has been her lair for over forty years,” muttered Buckner, brooding over the grinning grisly thing sprawling in the corner. “This clears you, Griswell-a crazy woman with a hatchet-that’s all the authorities need to know. God, what a revenge!-what a foul revenge! Yet what a bestial nature she must have had, in the beginnin’, to delve into voodoo as she must have done-“

“The mulatto woman?” whispered Griswell, dimly sensing a horror that overshadowed all the rest of the terror.

Buckner shook his head. “We misunderstood old Jacob’s maunderin’s, and the things Miss Elizabeth wrote-she must have known, but family pride sealed her lips. Griswell, I understand now; the mulatto woman had her revenge, but not as we’d supposed. She didn’t drink the Black Brew old Jacob fixed for her. It was for somebody else, to be given secretly in her food, or coffee, no doubt. Then Joan ran away, leavin’ the seeds of the hell she’d sowed to grow.”

“That-that’s not the mulatto woman?” whispered Griswell.

“When I saw her out there in the hallway I knew she was no mulatto. And those distorted features still reflect a family likeness. I’ve seen her portrait, and I can’t be mistaken. There lies the creature that was once Celia Blassenville.”

 

THE END

 

 

Düşünceni Tek Emojiyle Anlat!
+1
3
+1
1
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
0 0 oylar
Yazımızı Değerlendir
Abone ol
Bildir
guest

0 Yorum
Sıralı yorumlar için geri bildirim
Tüm yorumları görüntülere
Bu yazılarımızı da beğenebilirsin

Fantastik Edebiyat Çevirmenliğine Dair

Fantastik dünya… Hepimizin hayalinde yarattığı dünyaları vardır, ve bu dünyaların başarısı sadece yazarın değil aynı zamanda çevirmenin başarısına bağlıdır. Peki fantastik edebiyat çevirmenliği nedir?

Tarihin En Saçma Savaşı: Şebeş Muharebesi (Avusturya-Osmanlı)

Eğer büyük bir hata yapmış gibi hissediyorsanız, unutmayın: muhtemelen Şebeş Muharebesi’nden daha büyük değildir.

Konstantinopolis’in Düşüşü

Onlarca devletin ve hükümdarın ele geçirmekte başarısız olduğu bu şehri Fatih nasıl ele geçirdi?

Dünya Tarihini Değiştiren Adam: Henry Tandey

Tek bir hata ile tarihin akışını değiştiren Henry Tandey kimdir?