KARANLIKTAN GELEN ISLIK
Griswell aniden uyandı, her uzvu yaklaşan tehlikeyle birlikte uyuşuyordu. Delirmiş gibi bakındı, ilk başta nerede olduğunu ya da orada ne yapıyor olduğunu hatırlayamadı. Ay ışığı, tozlu pencereden içeri süzülerek yüksek tavanlı boş odayı aydınlattı, ruhani ve yabancı duran siyah şömineye bakakaldı. Sonra, örümcek ağları gibi sarılan uykusundan sıyrıldı, nerede olduğunu ve nasıl oraya geldiğini hatırladı. Başını çevirdi ve hemen yerde yanında yatan arkadaşına baktı. John Branner idi ama parlak ay ışığının aydınlattığı karanlıkta belli belirsiz devasa şekliyle orada duruyordu. Griswell onu neyin uyandırdığını hatırlamaya çalıştı. Evden çıt yoktu, uzaklardaki çamlıkta acı acı öten baykuşun sesinden başka ses duyulmuyordu. Şimdi silik bir anı yakalamıştı. Bu bir rüyaydı, onu uykusundan uyandıran korku ve belirsizlikle dolu bir kâbus. Hafızası bir anda geri döndü, iğrenç bir tasvir zihnine güçlü bir şekilde dağlandı. Yoksa bir hayal miydi?
Muhakkak öyle olmalıydı, fakat garip bir biçimde son yaşanan olaylarla öylesine harmanlanmıştı ki gerçeğin nerede bittiğini ve hayalin nerede başladığını bilmek çok güçtü. Belli belirsiz, son uyanık saatlerini bütün detaylarıyla hatırlar gibi oldu. Ansızın rüya tekrar başladı, John Branner ve onun şu anda yatıyor oldukları eve ilk girdikleri an zihninde canlanmaya başladı. Hoplaya zıplaya takırdayan engebeli eski yollardan, bodur çam ormanını geçmişlerdi, o ve John Branner zevk ve eğlence arayışıyla New England’daki evlerinden çok uzaklarda başıboş dolaşıyorlardı. Güneş arkalarında batarken vahşi otlar ve çalıların ortasında yükselen tırabzanlı balkonuyla eski eve doğru yaklaştılar. Kızıl gün batımına karşı siyah, ıssız, çorak ve çam ağaçlarıyla kapatılmış haldeki ev düşüncelerine hükmetti. Yorgunlardı, ormanlık arazide ite kaka yol aldıklarından bıkmışlardı. Eski ıssız ev, savaş öncesi ihtişamı ve nihai çürümesinin izi ile zihinlerini dürttü. Arabayı engebeli yolda bıraktılar ve dönemeçli ufalanan taşları çıkarken az kalsın birbirine girmiş otların arasında kaybolacaklardı ki, tırabzanlardaki güvercinler aceleyle yükseldi, tüylü kalabalık çarpan kanatların hafif bir gümbürtüsüyle yok oldu. Meşe kapı, kırık menteşeleri üstünde çökmüş. Kalın toz tabakası loş holden ve oradan yukarı doğru yükselen geniş basamaklara kadar her yeri kaplamıştı. Girişin karşısındaki bir kapıdan döndüler ve boş, tozlu köşelerden kalınca parlayan örümcek ağlarıyla dolu bir odaya girdiler. Toz, büyük şöminedeki küllerin üzerinde de kalın bir tabaka halinde devam ediyordu. Odun toplayıp ateş yakmak için konuştular ama bu fikirden döndüler. Güneş batar batmaz karanlık bastırdı, çam ağaçlarının yoğun, siyah, mutlak karanlığı. Çıngıraklı yılanların ve bakır kafaların Güney ormanlarına musallat olduklarını biliyorlardı, bu yüzden karanlıkta el yordamıyla yakacak odun arama zahmetine girmediler. İdareten konserveden yiyip boş şöminenin önünde battaniyelerine sarıldılar ve anında uykuya daldılar.
Bu kısmen Griswell’ in rüyasıydı.Kızıl gün batımına karşı yükselen metruk, ıssız evi tekrar gördü, bitkin bir halde Branner ile ilerlerken güvercinlerin uçuşunu da gördü. Şimdi yatıyor oldukları loş odayı gördü, battaniyelerine sarılmış tozlu yerde yatan kendisini ve yoldaşını iki form olarak gördü. Bu noktadan itibaren rüyası inceden inceye değişti, alanın basitliğinden çıktı ve korkuyla çınlamaya başladı. Kaynağı belirsiz gümüş ay ışığıyla aydınlatılmış loş, bulanık bir odaya bakıyordu. Odada tek bir pencere dahi yoktu. Fakat gümüş ışığın altında üç tane yan yana havada asılı sessiz figür gördü, sessizlikleri ve hatları ürpertici bir korku uyandırdı. Ses seda yoktu, ama karanlık bir köşede sinmiş bir varlığın dehşetini ve cinnetini hissetti. Aniden, büyük şöminenin önüne tozlu yüksek tavanlı odaya geri döndü. Battaniyesinin içinde yatıyordu, gergin bir şekilde loş kapıdan karanlık odaya doğru, girişten yaklaşık yedi adım yukarda ay ışığının merdiven korkuluğunu aydınlattığı yere bakıyordu.
Ve merdivenlerde bir şey vardı, biçimsiz, eğik, gölgemsi bir şey ve kesinlikle ışık huzmesine doğru yaklaşmıyordu. Ancak yüz olabilecek soluk sarı bulanık bir surat onlara doğru döndü, merdivende çökmüş gibiydi, arkadaşına ve ona bakıyordu. Serin bir korku damarlarından yayıldı ve işte o anda uyandı tabi eğer gerçekten uyuyordu ise.
THE WHISTLER IN THE DARK
Griswell awoke suddenly, every nerve tingling with a premonition of imminent peril. He stared about wildly, unable at first to remember where he was, or what he was doing there. Moonlight filtered in through the dusty windows, and the great empty room with its lofty ceiling and gaping black fireplace was spectral and unfamiliar. Then as he emerged from the clinging cobwebs of his recent sleep, he remembered where he was and how he came to be there. He twisted his head and stared at his companion, sleeping on the floor near him. John Branner was but a vaguely bulking shape in the darkness that the moon scarcely grayed.
Griswell tried to remember what had awakened him. There was no sound in the house, no sound outside except the mournful hoot of an owl, far away in the piny woods. Now he had captured the illusive memory. It was a dream, a nightmare so filled with dim terror that it had frightened him awake. Recollection flooded back, vividly etching the abominable vision.
Or was it a dream? Certainly it must have been, but it had blended so curiously with recent actual events that it was difficult to know where reality left off and fantasy began.
Dreaming, he had seemed to relive his past few waking hours, in accurate detail. The dream had begun, abruptly, as he and John Branner came in sight of the house where they now lay. They had come rattling and bouncing over the stumpy, uneven old road that led through the pinelands, he and John Branner, wandering far afield from their New England home, in search of vacation pleasure. They had sighted the old house with its balustraded galleries rising amidst a wilderness of weeds and bushes, just as the sun was setting behind it. It dominated their fancy, rearing black and stark and gaunt against the low lurid rampart of sunset, barred by the black pines.
They were tired, sick of bumping and pounding all day over woodland roads. The old deserted house stimulated their imagination with its suggestion of antebellum splendor and ultimate decay. They left the automobile beside the rutty road, and as they went up the winding walk of crumbling bricks, almost lost in the tangle of rank growth, pigeons rose from the balustrades in a fluttering, feathery crowd and swept away with a low thunder of beating wings.
The oaken door sagged on broken hinges. Dust lay thick on the floor of the wide, dim hallway, on the broad steps of the stair that mounted up from the hall. They turned into a door opposite the landing, and entered a large room, empty, dusty, with cobwebs shining thickly in the corners. Dust lay thick over the ashes in the great fireplace.
They discussed gathering wood and building a fire, but decided against it. As the sun sank, darkness came quickly, the thick, black, absolute darkness of the pinelands. They knew that rattlesnakes and copperheads haunted Southern forests, and they did not care to go groping for firewood in the dark. They ate frugally from tins, then rolled in their blankets fully clad before the empty fireplace, and went instantly to sleep.
This, in part, was what Griswell had dreamed. He saw again the gaunt house looming stark against the crimson sunset; saw the flight of the pigeons as he and Branner came up the shattered walk. He saw the dim room in which they presently lay, and he saw the two forms that were himself and his companion, lying wrapped in their blankets on the dusty floor. Then from that point his dream altered subtly, passed out of the realm of the commonplace and became tinged with fear. He was looking into a vague, shadowy chamber, lit by the gray light of the moon which streamed in from some obscure source. For there was no window in that room. But in the gray light he saw three silent shapes that hung suspended in a row, and their stillness and their outlines woke chill horror in his soul. There was no sound, no word, but he sensed a Presence of fear and lunacy crouching in a dark corner… Abruptly he was back in the dusty, high-ceilinged room, before the great fireplace.
He was lying in his blankets, staring tensely through the dim door and across the shadowy hall, to where a beam of moonlight fell across the balustraded stair, some seven steps up from the landing. And there was something on the stair, a bent, misshapen, shadowy thing that never moved fully into the beam of light. But a dim yellow blur that might have been a face was turned toward him, as if something crouched on the stair, regarding him and his companion. Fright crept chilly through his veins, and it was then that he awoke-if indeed he had been asleep.