Griswell’in suratı kül gibiydi.
“Evet. Ama ben oraya gidiyorum, sen gelsen de gelmesen de. O şey zavallı John’u öldürdü hala yukarda saklanıyor olabilir.”
“Arkamda kal”, diye emretti Buckner. “Eğer önümüze bir şey çıkarsa icabına bakarım. Ama kendi iyiliğin için, seni uyarıyorum, reflekslerim güçlüdür ve genelde ıskalamam. Arkamdan iş çevirmek gibi bir düşüncen varsa unut onu.”
“Aptal olma!” Bu öfke, endişesini daha görünür hale getiriyordu ve bu çıkış Buckner’a ben masumum itirazlarından daha çok güven veriyor gibiydi.
“Adil olmaya çalışıyorum”, dedi sakince. “Senin için henüz bir suçlamaya veya hükme varmadım. Eğer bana söylediklerinin yarısı doğruysa, cehennemi tatmışsın demektir ve sana çok yüklenmek istemiyorum. Ama bana anlattığın şeylere inanmak çok zor bunu görebilirsin.”
Griswell bitkin bir halde, tek kelime bile etmeden yol göstermesi için harekete geçti. Salondan geçtile ve girişte duraksadılar. Tozun içinde duran kıpkırmızı ince bir damla dizisi basamaklara doğru çıkıyordu.
“Adamın tozdaki izleri”, diye homurdandı Buckner. “Yavaş ol. Gördüklerimden emin olmam gerekiyor çünkü yukarı çıkarken onları yok ediyoruz. Hmmm! Bir set yukarı çıkıyor, bir set de aşağı iniyor. Aynı adam. Senin izlerin değil. Branner senden daha kalıplı bir adamdı. Tüm yol boyunca kan var- korkulukta da kan var sanki kanlı elini oraya koymuş gibi- leke gibi görünen şeylerde beyin parçası. Şimdi ne-“
“Ölü bir adam, merdivenlerden aşağı indi”, diyerek titredi Griswell. “Bir eliyle tutunuyor diğer eliyle de onu öldüren baltayı tutuyordu.”
“Ya da taşındı”, diye mırıldandı Şerif. “Ama eğer biri onu taşıdıysa izleri nerede?”
Gölge ve tozla kaplı, zamanla kabuk tutmuş pencerelerin ay ışığını kovduğu ve Buckner’ın fenerinin yetersiz kaldığı boş ve geniş alana, üst koridora çıkmışlardı. Griswell bir yaprak gibi titredi. John Branner burada, karanlığın ve dehşetin içinde ölmüştü.
“Birisi burada ıslık çalıyordu”, diye fısıldadı. “John sanki çağırılıyormuş gibi geldi buraya.”
Buckner’ın gözleri ışıkta garip bir biçimde parlıyordu.
“Ayak izleri koridordan aşağı doğru iniyor”, diye söylendi. “Merdivenlerdeki ile aynı- bir gurup geliyor ve gidiyor. Aynı izler- Judas!”
*Judas: Yehuda, Roma lejyonalrına para karşılığı İsa’nın yerini söyleyen havari.
Griswell’s face was gray.
“Yes. But I’m going, with you or without you. The thing that killed poor John may still be hiding up there.”
“Stay behind me,” ordered Buckner. “If anything jumps us, I’ll take care of it. But for your own sake, I warn you that I shoot quicker than a cat jumps, and I don’t often miss. If you’ve got any ideas of layin’ me out from behind, forget them.”
“Don’t be a fool!” Resentment got the better of his apprehension, and this outburst seemed to reassure Buckner more than any of his protestations of innocence.
“I want to be fair,” he said quietly. “I haven’t indicted and condemned you in my mind already. If only half of what you’re tellin’ me is the truth, you’ve been through a hell of an experience, and I don’t want to be too hard on you. But you can see how hard it is for me to believe all you’ve told me.”
Griswell wearily motioned for him to lead the way, unspeaking. They went out into the hall, paused at the landing. A thin string of crimson drops, distinct in the thick dust, led up the steps.
“Man’s tracks in the dust,” grunted Buckner. “Go slow. I’ve got to be sure of what I see, because we’re obliteratin’ them as we go up. Hmmm! One set goin’ up, one comin’ down. Same man. Not your tracks. Branner was a bigger man than you are. Blood drops all the way-blood on the bannisters like a man had laid his bloody hand there-a smear of stuff that looks-brains. Now what-“
“He walked down the stair, a dead man,” shuddered Griswell. “Groping with one hand-the other gripping the hatchet that killed him.”
“Or was carried,” muttered the sheriff. “But if somebody carried him-where are the tracks?”
They came out into the upper hallway, a vast, empty space of dust and shadows where time-crusted windows repelled the moonlight and the ring of Buckner’s torch seemed inadequate. Griswell trembled like a leaf. Here, in darkness and horror, John Branner had died.
“Somebody whistled up here,” he muttered. “John came, as if he were being called.”
Buckner’s eyes were blazing strangely in the light.
“The footprints lead down the hall,” he muttered. “Same as on the stair-one set going, one coming. Same prints-Judas!”