Arabanın yanında durdular, Griswell delirmiş gibi uğursuz eve baktı. Tozlu pencerelerin olması gereken yerler boş ve kırıktı ama bu ona hiç görkemli gelmedi. Korkunç gözlerin, gölgeli camlardan ona büyük bir açlıkla kenetlendiğini düşünüyordu. Buckner sorusunu tekrar etti.

“Evet. Dikkatli ol. Koltukta bir yılan var, ya da vardı.”

“Şu anda yok,” diyerek homurdandı Buckner, atını bağladı ve eyerindeki çantadan el fenerini çıkardı.

“Pekala, bir göz atalım.”

Kırık basamaklara doğru sakin bir şekilde, sanki bir arkadaşına uğruyormuş edasıyla yürüdü. Griswell dibinden bir an olsun ayrılmadan yürüyor ve kalbi küt küt atıyordu. Hafif rüzgarla birlikte, çürüyen ve küflenen bitkilerin kokusu da esti, Griswell bu öfkeli kara ormanda doğan asırlık çiftlik evlerinde saklanmış, unutulup yitmiş esaretin, kanlı gururun ve anlaşılmaz entrikaların mide bulantısıyla baygınlık geçirecek gibi oldu. Güney’i sakinliğin hüküm sürdüğü güneşi kucaklayan pamuk tarlalarında söylenen siyahi halk ezgileriyle, güneşli, baharat ve çiçeksi yumuşak esintilerle yıkanan uyuşuk bir yer olarak hayal etmişti. Fakat şimdi beklenmedik başka bir yönünü keşfetmişti, korkutucu, karanlık tarafından ele geçirilmiş bir yön, ve bu keşif onu geri püskürttü. Meşe kapı tam da evvelki gibi sarkıyordu. Buckner’ın kapı eşiğinden tuttuğu ışık demeti içerinin karanlığıyla yoğunlaştı. Işık koridorun karanlığını bıçak gibi yardı ve merdivenleri aydınlattı, Griswell nefesini tuttu yumruklarını sıkıyordu. Ama şeytani hiç bir varlıkla karşılaşmadılar. Buckner bir elinde feneri diğer elinde silahıyla kedi gibi içeri sokuldu. Merdivenin karşısındaki odaya fenerini sallarken Griswell çığlık atmaya başlamıştı gördüğü şey karşısında neredeyse bayılmak üzereydi. Branner’ın kapıyla Griswell’in arasında yattığı yerden battaniyeye kadar zemin kanla kaplıydı. Ve Griswell’in battaniyesi üzerinde dehşet verici bir sakin vardı. John Branner orada yüz üstü yatıyordu ve yarık kafası da acımasız bir netlikte aydınlanıyordu. Uzanan eli hala baltanın sapını tutuyordu ve tam da Griswell’in başını koyup uyuduğu yerde battaniyenin hemen altına yerleştirilen bıçak da orada duruyordu. Griswell birdenbire kötülüğün girdabına kapıldı. Sendelediğinin ya da Buckner’ın onu yakaladığının farkında değildi. Tekrar görüp duymaya başladığında feci şekilde midesi bulandı, kafasını şöminenin rafına dayayıp sefil bir şekilde öğürmeye başladı. Buckner göz kırpması için ışığı tamamen gözlerine tuttu. Buckner’ın sesi kör eden ışığın arkasından gelliyordu, adamı göremiyordu.

 

 

 

They halted beside the car, and Griswell stared morbidly at the grim house. Its dusty panes were empty and blank; but they did not seem blind to him. It seemed to him that ghastly eyes were fixed hungrily on him through those darkened panes. Buckner repeated his question.

“Yes. Be careful. There’s a snake on the seat-or there was.”

“Not there now,” grunted Buckner, tying his horse and pulling an electric torch out of the saddle-bag.

“Well, let’s have a look.”

He strode up the broken brick walk as matter-of-factly as if he were paying a social call on friends. Griswell followed close at his heels, his heart pounding suffocatingly. A scent of decay and moldering vegetation blew on the faint wind, and Griswell grew faint with nausea, that rose from a frantic abhorrence of these black woods, these ancient plantation houses that hid forgotten secrets of slavery and bloody pride and mysterious intrigues. He had thought of the South as a sunny, lazy land washed by soft breezes laden with spice and warm blossoms, where life ran tranquilly to the rhythm of black folk singing in sunbathed cottonfields. But now he had discovered another, unsuspected side-a dark, brooding, fear-haunted side, and the discovery repelled him. The oaken door sagged as it had before. The blackness of the interior was intensified by the beam of Buckner’s light playing on the sill. That beam sliced through the darkness of the hallway and roved up the stair, and Griswell held his breath, clenching his fists. But no shape of lunacy leered down at them. Buckner went in, walking light as a cat, torch in one hand, gun in the other. As he swung his light into the room across from the stairway, Griswell cried out-and cried out again, almost fainting with the intolerable sickness at what he saw. A trail of blood drops led across the floor, crossing the blankets Branner had occupied, which lay between the door and those in which Griswell had lain. And Griswell’s blankets had a terrible occupant. John Branner lay there, face down, his cleft head revealed in merciless clarity in the steady light. His outstretched hand still gripped the haft of a hatchet, and the blade was imbedded deep in the blanket and the floor beneath, just where Griswell’s head had lain when he slept there. A momentary rush of blackness engulfed Griswell. He was not aware that he staggered, or that Buckner caught him. When he could see and hear again, he was violently sick and hung his head against the mantel, retching miserably. Buckner turned the light full on him, making him blink. Buckner’s voice came from behind the blinding radiance, the man himself unseen.

Düşünceni Tek Emojiyle Anlat!
+1
1
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
0 0 oylar
Yazımızı Değerlendir
Abone ol
Bildir
guest

0 Yorum
Sıralı yorumlar için geri bildirim
Tüm yorumları görüntülere
Bu yazılarımızı da beğenebilirsin

Karanlıktan Gelen Islık-The Whistler in the Dark\Part 2

Pigeons from Hell’ den The Whistler in the Dark ikinci bölüm sizlerle

Yeryüzünde Sırrı Çözülememiş 4 Gizem

Mısır piramitlerinin antik dünyadaki en büyük gizem olduğunu düşünüyorsanız, bu yazımızı kesinlikle okuyun.

Karanlıktan Gelen Islık\The Whistler in the Dark\Part 3

Korku hikayemizin üçüncü bölümü sizlerle…