“Bunca zamandır şüphelendiğim şey”, diye söze başladı Buckner. “Melez hizmetçi Joan, Bayan Celia’dan intikamını alabilmek için kendini zuvambiye dönüştürdüğü yönünde. Muhtemelen hanımından nefret ettiği gibi bütün aileden nefret ediyordu. İhtiyar Jacob’un da dediği gibi, ergenliğe kadar kendi adasındaki vudu törenlerine katılmıştı. İhtiyacı olan tek şey Karanlık Karışımdı, onu da Jacob yaptı. Bayan Celia’yı ve üç büyük kızı öldürdü, Elizabeth’i de öldürecekti ama şansa kaçmayı başardı. Bunca zamandır bu eski evde pusuya yatmış bekliyor, tıpkı yıkıntıların arasındaki bir yılan gibi.”

“İyi de neden bir yabancıyı öldürsün ki?”

“İhtiyar Jacob’un ne dediğini duydun,” diye hatırlattı Buckner. “Bir zuvambi insanların kanını dökmekten tatmin olur. Branner’ı yukarı çağırıp kafasını yardı ve eline baltayı tutturdu, aşağı inip seni öldürsün diye. Hiç bir mahkeme buna inanmaz ama eğer cesedini çıkarıp gösterirsek masumiyetini kanıtlamak için yeterli kanıtımız olur. Branner’ı öldürdüğüne dair benim ifademi de alacaklar. Jacob bir zuvambinin öldürülebileceğini söyledi, bu olayı rapor ederken detayları tamamıyla yazmak zorunda değilim.”

“Geldi ve merdivenlerin korkuluğundan bize baktı,” diye mırıldandı Griswell. “Ama neden merdivenden izlerini bulamadık?”

“Belki halüsinasyon görmüşsündür. Belki bir zuvambi ruhunu yansıtabiliyordur, hay anasını! mantığın ötesinde olan bir şeyi neden mantığımıza oturtmaya çalışıyoruz? Nöbetimize başlayalım.”

Griswell istemsizce, “Işığı kapatma!” diye hiddetle çıkıştı.  Sonra devam etti: “Tabii. Kapat. Karanlıkta olmalıyız tıpkı”- biraz tereddüt etti- ” tıpkı Branner ile benim karanlıkta yattığımız gece gibi.”

Fakat oda karanlığa gömüldüğünde, korku bedenine hastalık gibi nüfuz etti. Tir tir titreyerek uzandı, kalbi öyle sert atıyordu ki boğulacakmış gibi hissetti.

“Batı Hint Adaları bu dünyanın musibet deliği olmalı”, diye homurdandı Buckner, battaniyesinde bir leke vardı. “Zombileri duymuştum. Zuvambinin ne olduğuna dair hiç bir bilgim yoktu. Belli ki büyücü bir herifin kadınları çıldırtmak için hazırladığı bir karışım. Ama bu yinede diğer olan şeyleri açıklamaz: hipnotize edici güçler, anormal uzun ömür, cesetleri kontrol edebilme yeteneği- hayır, bir zuvambi sadece deli bir kadın olamaz. Bu, bir insandan daha fazlası ya da azı, kara ormanlarda ve bataklıklarda doğa büyüyle yaratılmış bir canavar- eh, göreceğiz.”

Sesi kesildi, sessizlikte Griswell kendi kalbinin gümlemesini duydu. Karanlık ormanın dışında, bir kurt ürkütücü bir şekilde uludu, baykuşlar bağırıyordu.  Sonra sessizlik yine simsiyah bir sis gibi çöktü.

Griswell battaniyenin üzerinde düzgün biçimde yatmak için savaş veriyordu. Zaman durmuş gibiydi. Boğuluyormuş hissine kapıldı. Gerilim inanılmaz şekilde büyüyordu; dağılan sinirlerini kontrol etmek için ortaya koyduğu çaba uzuvlarını ter içinde bırakdı. Çenesi acıyana kadar kilitlenmiş gibi dişlerini sıktı ve tırnakları avucunun derinliklerine doğru kenetlenmişti.

Neyi umduğunu o da bilmiyordu. İblis tekrar saldıracaktı, ama nasıl?  Vahşet mi olurdu, tatlı bir ıslık mı, çıplak ayaklarıyla yıllanmış basamaklardan sessizce mi inerdi, yoksa karanlıkta ani bir balta vuruşuyla mı saldırırdı? Onu mu seçerdi yoksa Buckner’ı? Yoksa Buckner çoktan ölmüş müydü? Karanlıkta hiç bir şey göremiyordu ama onun düzenli nefes alış verişini duyuyordu. Güneylilerin sinirleri çelikten olmalıydı. Yoksa Buckner karanlık dar bir şeritle ayrılmış vaziyette yanı başında mı nefes alıyordu? İblis bu hareketsiz ortamda çoktan saldırıya geçmiş ve Şerifin yerini almış olabilir miydi, hortlak gibi uzanmış saldırmayı mı bekliyordu? – binlerce korkunç düşünce Griswell’e saldırıp onu tırmalıyordu.

 

Hemen ayağa kalkıp, bağırmaz ve lanetli evden koşarak çıkmazsa delireceğini hissetmeye başladı- darağacının korkusu bile artık karanlıkta orada yatmak için tutamazdı onu- Buckner’ın nefes alış verişleri birden bozuldu, Griswell kafasından aşağı kaynar sular dökülüyormuş gibi hissetti. Yukarıdan bir yerden tuhaf, tatlı bir ıslık sesi yükseldi…

Griswell kontrolü kaybetti, aklını içine çeken fiziksel karanlıktan daha derin bir karanlığa sürüklendi. Mutlak boşlukta geçen bir süreç vardı, harekete geçmek bilincini devreye sokmanın ilk evresiydi (!). Deli gibi koşuyordu, inanılmaz derecede engebeli bir yolda tökezleye tökezleye. Her şey karanlıktı ve o gözlerini kapamış koşuyordu. Hayal meyal evden kaçmış olması gerektiğini fark etti ve hatta belki gerilmiş beyni çalışmaya başlamadan önce kilometrelerce koşmuştu. Umurunda değildi; hiç işlemediği bir cinayet için darağacında asılmak o dehşet evine dönme düşüncesinin yarısı kadar bile korkutmuyordu onu. Gücünün sonuna gelene kadar kaçma dürtüsü tarafından ele geçirilmişti. Zihnindeki duman henüz kalkmamıştı ama donuk bir mucizenin de farkındaydı, yıldızları kara dalların arasından göremiyordu. Nereye gittiğini görebilmeyi diledi. Bir tepeye tırmanıyormuş gibi hissetti ki bu garipti çünkü malikanenin çevresinin kilometrelerce düzlük olduğunu biliyordu. Sonra önünde ve tepesinde belirsiz bir parıltı canlandı.

Gittikçe rahatsız edici bir simetriye bürünen kaya benzeri çıkıntıların üzerine doğru ilerliyordu. Sonra bir sesin kulaklarını etkisi altına aldığını fark edince dehşete kapıldı- garip, alaycı bir ıslıktı. Ses bütün dumanı alıp götürdü. Neden, neydi bu? Neredeydi? Uyanış ve fark ediş bir kasabın çarpıcı darbesi gibi indi.

“What I’ve suspected all the time,” answered Buckner. “That mulatto maid Joan turned zuvembie to avenge herself on Miss Celia. Probably hated the whole family as much as she did her mistress. She’d taken part in voodoo ceremonies on her native island until she was ‘ripe,’ as old Jacob said. All she needed was the Black Brew-he supplied that. She killed Miss Celia and the three older girls, and would have gotten Elizabeth but for chance. She’s been lurkin’ in this old house all these years, like a snake in a ruin.”

“But why should she murder a stranger?”

“You heard what old Jacob said,” reminded Buckner. “A zuvembie finds satisfaction in the slaughter of humans. She called Branner up the stair and split his head and stuck the hatchet in his hand, and sent him downstairs to murder you. No court will ever believe that, but if we can produce her body, that will be evidence enough to prove your innocence. My word will be taken, that she murdered Branner. Jacob said a zuvembie could be killed… in reporting this affair I don’t have to be too accurate in detail.”

“She came and peered over the balustrade of the stair at us,” muttered Griswell. “But why didn’t we find her tracks on the stair?”

“Maybe you dreamed it. Maybe a zuvembie can project her spirit-hell! why try to rationalize something that’s outside the bounds of rationality? Let’s begin our watch.”

“Don’t turn out the light!” exclaimed Griswell involuntarily. Then he added: “Of course. Turn it out. We must be in the dark as”-he gagged a bit-“as Branner and I were.”

But fear like a physical sickness assailed him when the room was plunged in darkness. He lay trembling and his heart beat so heavily he felt as if he would suffocate.

“The West Indies must be the plague spot of the world,” muttered Buckner, a blur on his blankets. “I’ve heard of zombies. Never knew before what a zuvembie was. Evidently some drug concocted by the voodoo-men to induce madness in women. That doesn’t explain the other things, though: the hypnotic powers, the abnormal longevity, the ability to control corpses-no, a zuvembie can’t be merely a mad-woman. It’s a monster, something more and less than a human being, created by the magic that spawns in black swamps and jungles-well, we’ll see.”

His voice ceased, and in the silence Griswell heard the pounding of his own heart. Outside in the black woods a wolf howled eerily, and owls hooted. Then silence fell again like a black fog.

Griswell forced himself to lie still on his blankets. Time seemed at a standstill. He felt as if he were choking. The suspense was growing unendurable; the effort he made to control his crumbling nerves bathed his limbs in sweat. He clenched his teeth until his jaws ached and almost locked, and the nails of his fingers bit deeply into his palms.

He did not know what he was expecting. The fiend would strike again-but how? Would it be a horrible, sweet whistling, bare feet stealing down the creaking steps, or a sudden hatchet-stroke in the dark? Would it choose him or Buckner? Was Buckner already dead? He could see nothing in the blackness, but he heard the man’s steady breathing. The Southerner must have nerves of steel. Or was that Buckner breathing beside him, separated by a narrow strip of darkness? Had the fiend already struck in silence, and taken the sheriff’s place, there to lie in ghoulish glee until it was ready to strike?-a thousand hideous fancies assailed Griswell tooth and claw.

 

He began to feel that he would go mad if he did not leap to his feet, screaming, and burst frenziedly out of that accursed house-not even the fear of the gallows could keep him lying there in the darkness any longer-the rhythm of Buckner’s breathing was suddenly broken, and Griswell felt as if a bucket of ice-water had been poured over him. From somewhere above them rose a sound of weird, sweet whistling…

Griswell’s control snapped, plunging his brain into darkness deeper than the physical blackness which engulfed him. There was a period of absolute blankness, in which a realization of motion was his first sensation of awakening consciousness. He was running, madly, stumbling over an incredibly rough road. All was darkness about him, and he ran blindly. Vaguely he realized that he must have bolted from the house, and fled for perhaps miles before his overwrought brain began to function. He did not care; dying on the gallows for a murder he never committed did not terrify him half as much as the thought of returning to that house of horror. He was overpowered by the urge to run-run-run as he was running now, blindly, until he reached the end of his endurance. The mist had not yet fully lifted from his brain, but he was aware of a dull wonder that he could not see the stars through the black branches. He wished vaguely that he could see where he was going. He believed he must be climbing a hill, and that was strange, for he knew there were no hills within miles of the Manor. Then above and ahead of him a dim glow began.

He scrambled toward it, over ledge-like projections that were more and more taking on a disquieting symmetry. Then he was horror-stricken to realize that a sound was impacting on his ears-a weird mocking whistle. The sound swept the mists away. Why, what was this? Where was he? Awakening and realization came like the stunning stroke of a butcher’s maul.

Düşünceni Tek Emojiyle Anlat!
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
0 0 oylar
Yazımızı Değerlendir
Abone ol
Bildir
guest

2 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Sıralı yorumlar için geri bildirim
Tüm yorumları görüntülere
Yusuf Demir
Yusuf Demir
3 yıl önce

Buraya kadar hikayeden çıkardığım tek sonuç “ölüyle fazla oynarsan ya.. ya..” . Her korku filminde olduğu gibi burda da ‘abi ne kurcalıyorsunuz gidin evinize uyuyun’ düşüncesi oluşuyor. Ayrıca başından beri 14 partın hepsini tam uyumadan önce okumam da çok iyi oldu. Kafama balta yiyerek uyanıcam muhtemelen. Çok güzel çeviri olmuş teşekkürler artizmaymun devamını bekliyorum. 🤟🏻🤟🏻

Bu yazılarımızı da beğenebilirsin

Dillerin Kökeni

Babil Kulesi hikayesi, çok gerçek bir durumu sorgulamak için hayali bir girişimdir: İlk dil neydi ve neden şimdi bu kadar çok sayıda dil var?

Tarihin En Ölümcül Salgını: Yaklaşık 200 milyon insanı öldüren Hıyarcıklı (Bubonik) Veba

Covid 19’dan katbekat daha ölümcül olan bu salgın 200 milyon kişinin ölümüyle sonuçlanmıştır. Peki bu salgının nasıl yayıldığını ve nasıl sona erdiğini biliyor musunuz?

Küresel Isınma Kendi Başına Sona Erebilir Mi?

Arktik buzullarının eriyen suyu süper bir etkiye sahip gibi görünüyor ya da gerçekten öyle mi?