İktidar hiçbir zaman “al” demedi; her zaman “senin için” dedi

İktidar kendini hiçbir zaman çıplak hâliyle sunmaz. Gücün doğası gereği, zor kullanımı ancak kısa süreli sonuç üretir; kalıcı olan şey rızadır. Bu yüzden iktidar, tarih boyunca gücü doğrudan sahiplenmek yerine onu başkalarının iyiliği adına kullandığını iddia etmiştir. Bu iddia, insanlık tarihinin belki de en eski ve en başarılı yalanıdır.

Tanrılar insanlara hükmederken “düzeni” gerekçe gösterdi. Krallar halkı yönetirken “istikrarı” işaret etti. İmparatorluklar fetihlerini “medeniyet” adına yaptı. Modern devletler ise baskıyı “güvenlik” kavramının arkasına gizledi. Bugün aynı mekanizma, çok daha rafine bir biçimde karşımıza çıkıyor: Veri, teknoloji ve algoritmalar aracılığıyla.

Bu noktada kritik soru şudur:
İnsanlar neden gücü hep başkalarının eline teslim etmeye bu kadar gönüllüdür?

Bu, cehaletle açıklanamayacak kadar karmaşık; korkuyla açıklanamayacak kadar süreklidir. İnsan, belirsizlikten nefret eder. Kontrol edemediği dünyayı, kontrol edebileceğini iddia eden bir otoriteye devretmeyi psikolojik olarak daha güvenli bulur. Güç, başkasının elindeyken bile “düzen” varsa, insan bunu kaosa tercih eder.

Bu yüzden iktidarın ilk yalanı asla “ben güçlüyüm” değildir.
İktidarın ilk yalanı şudur: “Bu senin için.”

Halkın Rızasıyla Gelen Felaketler

Adolf Hitler’in iktidara gelişi, bu mekanizmanın en çarpıcı örneklerinden biridir. Hitler Almanya’yı zorla ele geçirmedi. Seçimle geldi. Konuşmalarında Alman halkına vaat ettiği şey baskı değil, özgürlüktü; aşağılanmış bir ulusun onurunu geri vermekti. Versailles Antlaşması’nın yarattığı ekonomik ve psikolojik yıkımın ardından, Alman halkı güçlü bir figürde kurtuluş gördü.

Burada önemli olan Hitler’in kim olduğu değil, nasıl kabul edildiğidir.

Hitler, bireyin özgürlüğünü elinden alırken bunu “ulusun özgürlüğü” adına yaptı. Muhalefeti sustururken “iç düşman” söylemini kullandı. Medyayı kontrol altına alırken “yalan haberle mücadele” ettiğini söyledi. Her adım, bir tehdit algısı üzerinden meşrulaştırıldı. Ve halkın önemli bir kısmı, yaşananları bir baskı olarak değil, zorunlu bir temizlik olarak gördü.

Bugün hâlâ Hitler hayranlığının tamamen yok olmamış olması tesadüf değildir. Çünkü insanlar çoğu zaman yıkımı değil, vaadi hatırlar. Güç, kendini “kurtarıcı” olarak sunduğunda, sonuçları ne kadar yıkıcı olursa olsun zihinsel bir meşruiyet alanı yaratır.

 

Bu mekanizma yalnızca totaliter rejimlere özgü değildir.

Fethetmeden Hükmetmek: Modern Gücün Yeni Biçimi

Amerika Birleşik Devletleri, klasik anlamda bir imparatorluk gibi toprak fethetmez. Bayrak dikmez, doğrudan yönetim kurmaz. Ancak bu, gücün olmadığı anlamına gelmez. Güç yalnızca tankla, askerle ya da sınır çizerek kurulmaz. Modern çağda güç; para, teknoloji, veri ve kültürel etki üzerinden işler.

Doların küresel rezerv para olması, ABD’ye askeri müdahaleye gerek kalmadan ekonomik baskı kurma imkânı tanır. Yaptırımlar, bir savaş ilanı olmadan ülkelere diz çöktürebilir. Aynı şekilde küresel teknoloji şirketlerinin büyük çoğunluğunun ABD merkezli olması, veri akışının da belirli merkezlerde toplanmasına yol açar.

Burada mesele “ABD kötüdür” gibi basit bir çıkarım değildir. Mesele şudur:
Güç, görünmezleştikçe daha az sorgulanır.

 

Bir ülkeye tankla girdiğinde direnç oluşur. Ama bir ülke uygulamalar, finans sistemleri ve dijital altyapılar üzerinden nüfuz kurduğunda bu, çoğu zaman “normalleşme” olarak algılanır. İnsanlar işgal altında olduklarını değil, sisteme entegre olduklarını düşünür.

Veri: Yeni Egemenlik Alanı

Bugün bireylerin en çok yanıldığı nokta şudur: Veriyi hâlâ “kişisel” sanmaları. Oysa veri, çoktan bireysel bir mesele olmaktan çıkmış, politik ve ekonomik bir güç aracına dönüşmüştür.

Okumadan kabul ettiğimiz sözleşmeler, yalnızca bir uygulamaya erişim izni değildir. Bu sözleşmeler, davranışlarımızın analiz edilmesine, alışkanlıklarımızın sınıflandırılmasına ve gelecekteki tercihlerimizin tahmin edilmesine onay verir. Yapay zekâ sistemleri, bu veriler üzerinden yalnızca “ne yaptığımızı” değil, ne yapabileceğimizi de hesaplar.

Bu noktada iktidarın yalanı tekrar devreye girer:
“Bunu sen istedin.”

 

Hayır. İnsan bunu istemedi. İnsan sadece kolaylığı seçti. Ama kolaylık, çoğu zaman özgürlüğün en pahalı bedelidir. Bugün konfor adına teslim edilen veri, yarının denetim mekanizmasına dönüşebilir. Bu bir distopya senaryosu değil; kredi skorları, sosyal puanlama sistemleri ve algoritmik karar mekanizmalarıyla halihazırda yaşanan bir gerçekliktir.

Masum Görünen Teknolojiler, Sessiz Toplayıcılar

Telefonlarımızda kullandığımız biyometrik sistemler bu dönüşümün en görünmez ama en kritik örnekleridir. Yüz tanıma, parmak izi, nabız takibi, ses tanıma, Optic ID, Siri benzeri dijital asistanlar… Bunlar genellikle “güvenlik” ve “kullanıcı deneyimi” gerekçesiyle sunulur. Oysa bu sistemlerin topladığı veri, klasik anlamda bir şifre ya da parola değildir. Bunlar, insanın kendisidir.

Yüz tanıma sistemleri yalnızca kimliğimizi doğrulamaz; yüz kaslarımızın mikro hareketlerini, bakış süremizi, mimik alışkanlıklarımızı da analiz edebilir. Bu veriler, duygusal durum tespiti ve davranış tahmini için kullanılabilir. Parmak izi yalnızca bir anahtar değildir; basınç, temas süresi ve kullanım sıklığı gibi verilerle birlikte değerlendirilir.

Nabız ve sağlık verileri, ilk bakışta yalnızca “kişisel iyilik hâli” ile ilgili gibi görünür. Oysa bu veriler; stres düzeyi, anksiyete eğilimi, uyku düzeni ve hatta karar alma süreçleri hakkında son derece değerli öngörüler üretir. Bir insanın ne zaman daha kırılgan, ne zaman daha tepkisel, ne zaman daha ikna edilebilir olduğu bu veriler üzerinden hesaplanabilir.

Ses tanıma ve dijital asistanlar ise yalnızca söylediklerimizi değil; nasıl söylediğimizi kaydeder. Tonlama, duraksama, vurgu, hız… Bunlar duygusal durum ve zihinsel hâl hakkında son derece güçlü sinyallerdir. Siri’ye ya da benzeri bir asistana verilen her sesli komut, yalnızca bir talep değil; bir davranış örneğidir.

Bu sistemlerin “yerel olarak işlendiği” ya da “anonimleştirildiği” sıkça vurgulanır. Ancak anonim veri, davranışsal bağlamla birleştirildiğinde çoğu zaman yeniden kişiselleştirilebilir. Yani sorun, verinin tekil olması değil; birikimli olmasıdır.

Bugün konfor adına teslim edilen veri, yarının denetim mekanizmasına dönüşmektedir. Bu bir distopya senaryosu değildir. Kredi skorları, sigorta primleri, işe alım algoritmaları, içerik filtreleri ve sosyal puanlama sistemleriyle halihazırda yaşanan bir gerçekliktir.

Artık birey, doğrudan bir otorite tarafından yargılanmaz. Onun yerine bir sistem tarafından sınıflandırılır. Riskli, güvenli, uygun, verimli, sorunlu… Bu sınıflandırmalar çoğu zaman görünmezdir ve itiraz edilemez. Çünkü karar veren kişi değil, bir modeldir. Model ise kendini açıklamak zorunda hissetmez.

İşte bu noktada iktidar, tarih boyunca hiç olmadığı kadar sahipsiz ama bir o kadar da güçlüdür. Ne bir kral vardır, ne bir tanrı, ne de tek bir lider. Güç; kodlara, veri setlerine ve istatistiksel olasılıklara dağılmıştır. Bu da onu daha az sorgulanır, daha az görünür ama daha kalıcı kılar.

En büyük yanılgı şudur: İnsanlar hâlâ bu sistemlerin kendileri için çalıştığını sanır. Oysa sistemler, birey için değil; sistemin sürdürülebilirliği için çalışır. Kullanıcı deneyimi iyileştirme söylemi, çoğu zaman veri toplamanın yumuşak adıdır.

İktidar artık “itaat et” demez.
“Kolaylaştırıyorum” der.
“Koruyorum” der.
“Senin için” der.

 

Ve insan, tam da bu yüzden itiraz etmez.

Gücü Neden Hep Başkalarında Arıyoruz?

İnsan gücü başkasında arar çünkü sorumluluktan kaçmak ister. Gücü devretmek, aynı zamanda karar yükünü devretmektir. “Ben seçmedim, onlar karar verdi” cümlesi, insan zihni için güçlü bir rahatlama sağlar.

Ancak iktidar gölge kabul etmez. Güç, paylaşıldığında değil; sorgulandığında zayıflar. Tarih boyunca genç aslanın yaşlı aslanı öldürmesi bir metafor değil, bir gerçekliktir: Güç, kendini sürekli yeniden üretir ve bunu yaparken eski vaatlerini kolayca unutur.

İktidarın ilk yalanı “bu senin için”dir.
İkinci yalanı ise şudur: “Başka seçenek yok.”

 

Oysa tarih, tam tersini gösterir. Seçenek her zaman vardır. Ama seçenekler bedel ister. Ve insanlık çoğu zaman bedel ödemektense, zinciri süslemeyi tercih eder.

Gücün Cazibesi ve Rızanın Sessizliği

İktidar nadiren zorla başlar. Çoğu zaman bir teklif gibi gelir.
Daha güvenli, daha güçlü, daha düzenli bir hayat vaadiyle…
Ve bu vaatlerin ortak bir dili vardır: “Bu senin için.”

İnsanlık tarihi, bu cümlenin farklı suretleriyle doludur. Tanrılar adına konuşan rahiplerden, ulusun bekası adına konuşan liderlere; bugün ise verimlilik, konfor ve güvenlik adına konuşan sistemlere kadar. Değişen şey yalnızca kelimelerdir. Mantık hep aynıdır: Gücü bana ver, ben senin adına taşıyayım.

Bu noktada rahatsız edici bir gerçekle yüzleşmek gerekir: İnsanlar gücü çoğu zaman başkasında görmek ister. Çünkü güç sorumluluk demektir. Karar vermek demektir. Yanılma ihtimali demektir. Bedel ödeme ihtimali demektir. Gücü devretmek ise bu yükten kurtulma vaadi taşır.

Bu yüzden tarih boyunca iktidar, kendisine sunulan rızayı tamamen zorla almadı. Aksine, insanlar çoğu zaman onu elleriyle teslim etti.

Adolf Hitler’in iktidara gelişi bu açıdan ibretliktir. Almanya’da iktidarı bir darbeyle değil, halkın geniş desteğiyle elde etti. Söylediği şey basitti: Onurunuzu geri vereceğim, sizi güçlü kılacağım, hür olacaksınız.
Bu söylem, ekonomik krizle ezilmiş, aşağılanmış, yönünü kaybetmiş bir toplumda karşılık buldu. Sonuç ise tarihin gördüğü en büyük yıkımlardan biri oldu. Buna rağmen bugün hâlâ destekçileri var. Çünkü iktidarın vaadi, sonuçlarından bağımsız olarak, insanın zaafına hitap eder.

Bu yalnızca geçmişe ait bir örnek değildir.

Amerika Birleşik Devletleri, klasik anlamda toprak fetheden bir imparatorluk değildir. Bayrağını diktiği şehirler yoktur belki. Ama gücünü başka araçlarla kurar: para, teknoloji, veri, askeri baskı ve kültürel hegemonya. Bir ülkeyi işgal etmeden de yönlendirebilirsiniz. Ekonomisini kırılgan hâle getirerek, teknolojik altyapısını bağımlı kılarak, verisini kontrol ederek.

Bugün güç; tanktan çok algoritmadadır. Topraktan çok ağdadır. Sınırdan çok veri merkezindedir.

 

Ve en rahatsız edici olan şudur: Bu güç çoğu zaman bizim rızamızla büyür.

Okumadan Kabul Ettiklerimiz

Bugün bir uygulamayı açtığımızda karşımıza çıkan “kabul ediyorum” butonu, tarihin en masum görünümlü iktidar sözleşmesidir. Kimse bizi tehdit etmez. Kimse zorla imzalatmaz. Ama kabul etmezsek sistem çalışmaz. Hayat aksar. Dışarıda kalırız.

Burada bir eşik vardır:
Rıza ile mecburiyet arasındaki çizgi.

Biz bu çizgiyi geçtiğimizi çoğu zaman fark etmeyiz. Çünkü her şey parça parça olur. Konumunu açarsın. Mikrofonu açarsın. Rehberini paylaşırsın. Hepsi tek tek bakıldığında önemsiz görünür. Ama bir araya geldiklerinde, senden daha tutarlı bir “sen” üretirler.

Bu noktada artık mesele yalnızca izlenmek değildir. Tahmin edilmek, yönlendirilmek, sınıflandırılmaktır.

Cambridge Analytica skandalı bunun çarpıcı örneğidir. İnsanlar yalnızca verilerinin toplandığını değil, bu verilerle siyasi davranışlarının manipüle edildiğini sonradan öğrendi. Bu, modern iktidarın ulaştığı noktayı gösterir: Artık insanları ikna etmeye gerek yoktur. Onları, neye ikna edileceklerini bilerek hedeflemek yeterlidir.

Bu durum bizi rahatsız etmeli. Ama rahatsız etmekle kalmıyor; aynı zamanda tanıdık geliyor. Çünkü burada söylenen şey yine aynıdır: “Bu senin için.”
Daha iyi içerik, daha iyi deneyim, daha iyi güvenlik.

 

Ve insan, rahatlıkla ikna olur.

Gücün Gölgesi

İktidar gölge kabul etmez.
Bir kez büyüdüğünde, kendisine sınır çizecek her şeyi tehdit olarak görür.
Bu yüzden denetimi sevmez. Sorgulamayı sevmez. Şeffaflığı sevmez.

Tarihte bunun sayısız örneği vardır.
Krallar, tanrılar adına konuşurken bile denetlenmek istemedi.
Modern devletler güvenlik adına mahremiyeti daralttı.
Bugün ise sistemler, verimlilik adına insanı sayıya indirger.

Ve her dönemde şu cümle tekrarlandı: “Başka yolu yok.”

Bu noktada insanın içinden bir ses yükselir:
“Lanet olsun… haklı.”

Çünkü gerçekten de sistem dışında kalmak zor.
Gerçekten de dijital dünyadan kopmak neredeyse imkânsız.
Gerçekten de güce karşı durmak bedel ister.

Ama bu “haklılık”, iktidarın en tehlikeli zaferidir. Çünkü insanı itirazdan vazgeçirir. Kader fikrini normalleştirir. Alternatifsizliği kabul ettirir.

 

Ve işte tam burada sorulması gereken soru şudur:
Eğer her şey bu kadar kaçınılmazsa, neden bu kadar ısrarla rızamız isteniyor?

Aslında Ne Anlattık?

Biz burada basit bir otorite eleştirisi yapmıyoruz.
“Devlet kötüdür”, “şirketler kötüdür”, “teknoloji kötüdür” demiyoruz.

Anlatmaya çalıştığımız şey daha rahatsız edici:
İktidar, ancak biz teslim ettiğimiz sürece büyür.

Tanrılar, krallar, liderler, algoritmalar… Hepsi farklı yüzlerdir. Ama ortak bir zeminleri vardır: İnsanların yükten kaçma arzusu. Sorumluluğu devretme isteği. Gücü bir başkasında görme rahatlığı.

Bugün okumadan kabul ettiklerimiz, yarının görünmez prangaları olabilir.
Bugün “önemsiz” dediğimiz veri, yarın karakterimize, kredi puanımıza, risk profilimize dönüşebilir.
Bugün güvenlik için verdiğimiz taviz, yarın itiraz hakkımızı sınırlayabilir.

Bu yazı bir felaket tellallığı değil.
Ama bir uyarıdır.

Güç her zaman bir yere toplanmak ister.
Ve tarih bize şunu defalarca gösterdi:
Vakti geldiğinde, genç aslan yavru aslanı öldürür.
Yani bir kez verdiğin güç, bir gün sana dönebilir.

 

Bu yüzden mesele, “kim iktidar?” sorusu değil.
Mesele, biz neden iktidarı hep başkasında arıyoruz?

Hannah Arendt – Totalitarizmin Kaynakları, Elias Canetti – Kitle ve İktidar, Niccolò Machiavelli – Prens, tienne de La Boétie – Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, Max Weber – Meslek Olarak Siyaset, Biometricsprivacymatters, Wikipedia

Düşünceni Tek Emojiyle Anlat!
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
+1
0
+1
1
+1
3
5 2 oylar
Yazımızı Değerlendir
Abone ol
Bildir
guest

0 Yorum
Sıralı yorumlar için geri bildirim
Tüm yorumları görüntülere
Bu yazılarımızı da beğenebilirsin

Amazon’un ilk sezonuna 465 Milyon dolar bütçe ayırdığı dizi The Lord of the Rings

Toplamda 1 milyar dolarlık bütçesiyle tarihin en büyük dizi projesi ünvanını kazandı. Peki Amazon bu projeye neden bu kadar para yatırmak istiyor?

Sir Gawain and The Green Knight

Bir Şovalyelik Hikayesi Olan Sir Gawain and The Green Knight’ı Biliyor musunuz ?

Uçuş Esnasında Uçak Modunu Kapatırsak Ne Olur?

Uçakta telefon kullanırsak ne olur? Uçak düşer mi? Yoksa daha mı fazla hızlanır? Peki uçak modu nedir? Öylece durmaya devam edecek misin yoksa polis mi çağırayım?

Lingua Franca Olarak İngilizce ve Motivasyonun Önemi

İngilizce neden ortak dil ve bir dili öğrenmek için gereken en önemli etken nedir? Hepsi burada!